Etiketler

31 Aralık 2014 Çarşamba

David Peace - Tokyo Sene Sıfır

Yazar: David Peace
Kitap: Tokyo Sene Sıfır
Orijinal Adı: Tokyo Year Zero
Çeviren: Dost Körpe
Yayınevi: Sel Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 399
Puanım: ★★★★☆☆☆☆☆☆

İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından Japonya Amerikan işgali altındadır. Yoksulluk, çaresizlik ve utanç içindeki halk, sefil ve acınası bir ortam içinde ümitsizce yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Kadınlar karınlarını doyurabilmek için vücutlarını satmakta, halkın çoğu bombalanmış evlerde yaşamakta ve karaborsadan alışveriş yapmaktadırlar. İşte bu kötü atmosferde işlenen bir cinayet sonrasında Tokyo Polis Departmanı'nda çalışmakta olan Dedektif Minami görevlendirilir. Genç bir kızın cesedi bulunmuştur ve otopsi, katilin kızın ırzına geçtikten sonra onu boğduğunu ortaya koymaktadır. Cinayat mahalinin yakınında işlenen başka bir cinayet katilin muhtemel bir seri katil olduğu şüphelerini güçlendirir. Minami ve takım arkadaşları katili bulmalarına yardımcı olacak bir ipucu ararlarken, bir yandan da Tokyo'nun tekinsiz ve pis işlerin döndüğü mahallelerini soruşturmaya başlarlar. Bu süreçte, Minami'nin esrarlı geçmişi de onu yakalamıştır ve vicdanını boğan anılar sık sık aklına gelerek dedektifi rahatsız etmektedir. Minami cinayetleri araştırdıkça, geçmişindeki gizem kendisinin cinayetlerle daha fazla bağ kurmasına neden olacaktır.

Gerçek bir olaydan uyarlanan hikayede, seri katil Yoshio Kodaira ve cinayet vakaları gerçekten de yaşanmış. Toplam 8 kişiyi öldüren Kodaira 1949 yılında idam edilmiş. Birebir yaşanmış bir olaya dayanma durumu ve bir suç kitabı olması kitabı daha da ilginçleştirmesine karşın Tokyo Sene Sıfır kitabı bana göre ne yazık ki sınıfta kalmış. Kitaba bu kadar düşük bir puan vermemin öncelikli nedeni David Peace'in yazı stilinden ve kitap boyunca çok tekrar yapmış olmasından kaynaklanıyor. Yazarın aynı cümleleri ve kelimeleri sayfalar boyunca onlarca kez tekrarlaması nedeniyle kitaptan soğumamak elde değil. Üstelik bu tekrarlar, sıradan bir olay anlatılırken bile cümlelerin aralarına serpiştirilmiş, ister istemez bunalıyorsunuz bunları okurken ve 400 sayfalık kitap sırf bu tekrarlar nedeniyle gereksiz yere bu kadar uzatılmış diye düşünmeden edemiyorsunuz. Yazar, tekrarların hikayeyi çarpıcı hale getirdiğini düşünüyor olmalı ama tam tersine bunlar hikayeden kopmanıza neden oluyorlar. Tekrarlara bir örnek verecek olursam: 

"Shinagawa istasyonunda kaos var. Her istasyon. Kuyruklar var ama bilet yok. Her tren. İte kaka öne geçip polis kimliğimi gösteriyorum. Her istasyon. İte kaka bir trene biniyorum. Her tren. Her istasyon. Her tren. Her istasyon. Her tren." 

Ve bu ufacık paragraftaki tekrarları her sayfa için 10 ile çarpın lütfen. İşte kitap boyunca, aynı bir tekerleme gibi, bu benzer kelimeleri onlarca kez okuyorsunuz. Gerçekten deli işi.

Bunun dışında, kitap boyunca bazı Japonca kelimelerin olduğu gibi bırakılmış ve çevrilmemiş olduğunu görüyorsunuz, (kesinlikle yazarın bir suçu yok) sayfanın altına ne bir dipnot konulmuş, ne de anlamlarının kitabın sonunda bulunduğunu gösteren ufacık bir yıldız işareti verilmiş. Kitabın sonuna bakmış olmama rağmen ilk etapta göremediğim kelime anlamlarını ancak kitap bittiğinde buldum çünkü dediğim gibi anlamların kitabın arkasında olduğuna dair bir işaret verilmemiş koca kitap boyunca.

Kitap kısa tutulsaymış ve bu kadar çok tekrar yapılmasaymış eminim ki daha etkili bir roman çıkarmış ortaya. Fakat, bu deneysel yazı türü tutmamış bence. Kitabın bir üçlemenin ilk kitabı olduğunu da hatırlatmak isterim ama diğer iki kitap Türkçe'ye çevrilir mi bilemiyorum. Eğer suç kitabı seviyorsanız, Japon tarihi ve kültürüne meraklıysanız yahut deneysel bir yazım türüne açıksanız bu kitaba bir şans verebilirsiniz ama bu seçeneklerin dışında uzak durmalısınız bu kitaptan derim.

Berna Durmaz - Bir Fasit Daire

Yazar: Berna Durmaz
Kitap: Bir Fasit Daire
Yayınevi: Can Yayınları
Basım Yılı: Aralık 2013
Sayfa Sayısı: 120
Puanım: ★★★★★★★☆☆☆

Önceki şenlikten arta kalan, paylaşamadığım kitap yorumlarımı 2014 senesi bitmeden bloga koymak istedim. Türk bir yazardan hikaye kitabı kategorisinde okumuştum bir Fasit Daire'yi. Yeni Türk yazarlarına karşı genel olarak önyargım ve antipatim olmasına karşın bu kitabı severek okudum.

Berna Durmaz'ın Bir Fasit Dairesi 2014 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü kazanmış bir hikaye kitabı. Kasaba ve mahalle insanlarının hikayelerini anlatan, içiçe geçmiş karakterleri, özgün dili ve kurgusuyla okumaya değer bir kitap. Türk insanından ve kendinizden bir şeyler bulabileceğiniz bu 13 öykünün her biri daha çok bir karakter üzerine yoğunlaşıyor; ancak karakterler, içinde bulundukları hikaye ile sınırlı kalmayıp, başka hikayelerde de karşınıza çıkıyorlar. Kasabanın çalgıcısı, ölüsü, mecnunu, sarhoşu, katibi ve ev kızı kitabın kapağındaki atlıkarıncada olduğu gibi çoğu zaman içinde bulundukları durumdan sıyrılamayan, bir döngünün içine hapsolmuş çaresiz insanlar resmediliyorlar. Karakterler çingenelerin dünyasından fırlamışçasına kanlı canlı ve isimleri de bir o kadar ilginç: Cemafer, Zarif, Sevgül, Topuz, Hasret...

Sözün kısası, umut vadeden yeni bir Türk yazarla tanışmak ve iyi bir öykü kitabı okumak isterseniz, Bir Fasit Daire'ye göz atmalısınız.

27 Aralık 2014 Cumartesi

Kış Okuma Şenliği 2014

Okuma Şenliği listemi an itibariyle yayınlamış bulunmaktayım. Bu sefer elimde 7623 sayfadan oluşan toplam 30 kitaplık bir liste var. İlk şenlikte hedefime ulaşamamış, üstüne üstlük final raporumu yayınladığımı sanırken yanlışlık yaparak yayınımı silmiş olduğumu fark ettim. Neyse diyerek temiz bir sayfa açıyor ve yeni bir başlangıç yapıyorum bu şenlikle birlikte. Değişime uğraması muhtemel de olsa Kış Okuma Şenliği kitap listem aşağıdaki gibi: 

1. Kategori (10 puan): Altın Kitaplar Yayınevi'nden bir kitap.
Agatha Christie - Roger Ackroyd Cinayeti | 191 sayfa | Altın Kitaplar

2. Kategori (10 puan): Bir çizgi roman veya foto roman.
Marjane Satrapi - The Complete Persepolis | 341 sayfa | Pantheon Publishing

3. Kategori (10 puan): Fantastik kurgu/bilim kurgu/distopya/steampunk vb. türde bir kitap.
Robert Silverberg - Cam Kule 
| 288 sayfa İthaki Yayınları 

4. Kategori (10 puan): Adında bir akrabalık ilişkisi geçen bir kitap.

Kyung-Sook Shin - Lütfen Anneme İyi Bak | 232 sayfa | Doğan Kitap

5. Kategori (10 puan): Bir şiir kitabı.
Başo - Kelebek Düşleri 
| 368 sayfa | Metis Yayınları

6. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.

George Orwell - 1984 | 352 sayfa | Can Yayınları

7. Kategori (10 puan): Tarihi kurgu türünde bir roman.

Isabel Allende - Ruhlar Evi | 432 sayfa | Can Yayınları

8. Kategori (10 puan): İsminde kış mevsimini çağrıştıran bir kelime geçen veya olayların karda kışta geçtiği bir kitap.
Italo Calvino - Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu | 252 sayfa | Yapı Kredi Yayınları

9. Kategori (10 puan): Bir yazarın tavsiye ettiği bir kitap. 
José Saramago - Mağara | 304 sayfa | Kırmızı Kedi Yayınları [Sevgili Ursula K. Le Guin'in önerilerinden biri.]


10. Kategori (10 puan): Yayınlanmış tek bir romanı olan bir yazarın "o" romanı.
Harper Lee - Bülbülü Öldürmek | 355 sayfa | Sel Yayınları

11. Kategori (10 puan): Mektuplardan veya anılardan oluşan bir kitap.
Alberto Manguel - Borges'in Evinde | 68 sayfa | Everest Yayınları

12. Kategori (10 puan): İlkokulu bitirdiğiniz yıl ilk baskısını yapmış bir kitap.
Mary Doria Russell - Serçe | 416 sayfa | Metis Yayınları (1996)

13. Kategori (10 puan): Beyaz perdeye aktarılmış bir kitap. 
Walter Trevis - Dünyaya Düşen Adam | 225 sayfa | Everest Yayınları

14. Kategori (10 puan): 20. yüzyılda Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazardan bir kitap.
Rudyard Kipling - Dilek Evi | 149 sayfa | Dost Kitabevi Yayınları

15. Kategori (10 puan): Goodreads'in "Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap" listesinden bir kitap.
Kazuo Ishiguro - Beni Asla Bırakma | 272 sayfa | Yapı Kredi Yayınları

16. Kategori (10 puan): Bir aşk romanı.
F. Scott Fitzgerald - Muhteşem Gatsby | 208 sayfa | Martı Yayınları

17. Kategori (10 puan): Size veya aynı evde yaşadığınız kişilere ait olmayan bir kitap.
Katharine Burdekin - Swastika Geceleri | 232 sayfa | Encore Yayınları

18. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): Bir Türk, bir yabancı yazardan birer öykü kitabı.
Sait Faik Abasıyanık - Semaver | 138 sayfa | İş Bankası Kültür Yayınları
Ray Bradbury - Resimli Adam | 344 sayfa | İthaki Yayınları

19. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 30 puan, toplamda 70 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.
John Fante - Bahara Kadar Bekle Bandini | 176 sayfa | Parantez Yayınları
Margaret Atwood - Damızlık Kızın Öyküsü | 352 sayfa | Alfa Yayınları
Ahmet Hamdi Tanpınar - Beş Şehir | 228 sayfa | Dergah Yayınları
Sevgi Soysal - Tante Rosa | 105 sayfa | İletişim Yayınları

20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 40 puan, toplam 70 puan): Pulitzer veya Man Booker veya Goncourt veya Nebula veya Hugo ödülü kazanmış veya bu ödüller için finalist olmuş üç kitap.
Hugo Ödülü: Frederik Pohl - Çıkış Kapısı (Hiçi Destanı 1) | 315 sayfa | Kavram Yayınları
Man Booker Ödülü: Arundathi Roy - Küçük Şeylerin Tanrısı | 362 sayfa | Can Yayınları
Nebula Ödülü: Daniel Keyes - Algernon'a Çiçekler | 272 sayfa | Beyaz Balina Yayınları

21. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 30 puan, toplamda 70 puan): Dünya edebiyatından dört kitap. Kitapların biri Latin Amerika, biri Afrika, biri Asya ve biri Avrupa edebiyatından olmalı. Türk edebiyatı kapsam dışı.
Afrika: Necib Mahfuz - Hırsız ve Köpekler | 120 sayfa | Kırmızı Kedi Yayınları
Avrupa: Eric Faye - Nagazaki | 88 sayfa | Sel Yayınları
Asya: Haruki Murakami - Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları | 320 sayfa | Doğan Kitap
Latin Amerika: Pedro Paramo - Juan Rulfo | 118 sayfa | Can Yayınları

22. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 40 puan, toplamda 70 puan): Türk bir yazardan bir üçleme veya aynı seriye ait üç kitap.
*Bu kategoriyi okumayacağım çünkü elimde kitap yok. Keşke Türk yazar olmasaydı :(

21 Aralık 2014 Pazar

William Golding - Sineklerin Tanrısı

Yazar: William Golding
Kitap: Sineklerin Tanrısı
Orijinal Adı: Lord of the Flies
Çeviren: Mina Urgan
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 261
Puanım: ★★★★★★★★☆☆

Artık bir klasik haline gelmiş Sineklerin Tanrısı kitabını geç de olsa okuyabildim. Bana kalırsa ortaokul ya da lise çağlarında okunması gereken, bu çağlarda okunduğunda daha sarsıcı bir etki yaratabileceğine inandığım bu kitap sorgulayan, sorgulatan ve düşündürücü yanları da olan kurgu türünde yazılmış bir roman. Realist düşünür ve akademisyenlerin yıllardan beri sorageldiği felsefi bir konsepti baz alan Sineklerin Tanrısı, "insan doğası doğuştan kötü müdür?" sorusunu okuyuculara yöneltiyor.

Kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var olduğunu, ancak uygar dünya düzeni sayesinde törpülenebildiğini roman boyunca gözler önüne seren Sineklerin Tanrısı, bir uçak kazası sonucu ıssız bir adaya düşen 6-12 yaş arasındaki çocukların yabanıl doğa şartlarında vahşileşerek insanlıktan çıkmalarını anlatıyor. Golding'in Mercan Adası kitabından esinlenerek kaleme aldığı kitap kesinlikle bir macera ya da çocuk kitabı değil; aksine sembollerle örülü iğneleyici ve bir o kadar da rahatsız edici bir kitap. Bittiğinde insan doğasını, masumiyeti ve çocukluk olgusunu sorgulatan ve düşündüren Sineklerin Tanrısı, yer verdiği iktidar savaşı ve diktatörümsü yönetim şekliyle yer yer Orwell'in Hayvan Çiftliği'ni anımsatıyor. Kitaptaki av sahneleri bile insanı rahatsız ettirecek boyutta gerçekçi anlatılmış. Kesinlikle okunması gereken modern klasiklerden.

Eski basımlarında Mina Urgan'ın önsözüyle başlayan ve çok sayıda sürprizbozan içeren kısım, yeni basımda en sona atılarak yerinde bir karar verilmiş, eğer elinizdeki basım önsözle başlıyorsa kesinlikle kitabın sonunda okumanızı tavsiye ederim çünkü kitabın özeti sayılabilecek ve kitaptan zevk almanızı engelleyecek çok sayıda fazladan bilgi verilmiş bu yazıda. 

Kült mertebesine erişmiş eserlerin içinde sayılabilecek Sineklerin Tanrısı kesinlikle okunmalı ve okutulmalı. Hatta kötülük olayını daha derinlemesine irdeleyen Sigmund Freud ve Thomas Hobbes ya da iyiliği savunan Jean Jacques Rousseau ve John Locke gibi düşünürlerin kitapları da okuma listesine alınmalı diyorum.

Yi Mun-Yol - Şair

Yazar: Yi Mun-Yol
Kitap: Şair
Orijinal Adı: 시인 (The Poet)
Çeviren: Nana Lee
Yayınevi: Delta Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 184
Puanım: ★★★★★★★★★☆

Güney Koreli yazar Yi Mun-Yol'un tarihsel bir kurgu içerisinde bir şairin hayatını anlattığı eseri Şair, hem yazarın kendi yaşamından, hem de 19. yüzyılda yaşamış ünlü şair Kim Pyong-yon ya da bilinen adıyla *Kim Sakkat'ın yaşamından yoğun izler taşımakta. Kitapta, üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Byungyoen'un (ya da Pyong-yon), dedesinin isyancılara katılıp hain olarak ilan edilmesiyle birlikte değişen hayatı anlatılıyor. Dedesinin öldürülmesi ve ailesinin de soy çürütme cezası aldığı Byungyoen yıllar boyu abisi ve annesiyle birlikte kaçak hayatı yaşamak ve çevreden hain yaftası yemek zorunda kalıyor. Aile olarak statülerini yeniden kazanmaya odaklanan karakter, bir süre sonra adını temize çıkarmanın imkansız olduğunu anlayarak yazdığı zeki ve iğneleyici şiirlerle yaşamını devam ettiren gezgin bir şair haline geliyor.

Yi Mun-Yol
Yazar Yi Mun-Yol da, kitabın karakteriyle benzer şekilde Kore Savaşı sırasında babasının Kuzey Kore'ye sığınması ve komünist olarak etiketlenmesi nedeniyle siyasi suçlu damgası yemiş ve hayatı boyunca taşınmak zorunda kalmış bir insan; bu açıdan bakıldığında Kim Sakkat'ın ve Mun-Yol'un hayatları fazlasıyla örtüşüyor. Saçma olmasına rağmen, eski zamanların Choson Hanedanlığı'nda olduğu gibi modern Kore'de bu tarz suçlar babadan oğula geçerek soy boyunca devam ediyor. Kitapta da yazarın yaşadığı bu dışlanma karaktere yansıtılarak harika bir şekilde işlenmiş.

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarından yaşlılık dönemine kadar evre evre ve detaylı bir şekilde anlatılan Şair'in renkli kişiliği ve yaşamı okuyucuyu hiç sıkmadan ve boğmadan; gerçekçi, ilgi uyandırıcı ve akıcı bir dille anlatılmış. Sanki kurgusal bir biyografiyi değil de gerçek bir hikayeyi yaşıyor gibi okudum Şair'i. Mun-Yol, şairin yaşamında değişiklikleri, 1800'lü yılların Kore'sini ve Choson Hanedanlığı zamanını çok güzel bir şekilde okuyuculara aktarmış. 

Kitapta bolca noktalama yanlışı yapılmış, fakat hikayenin güzel oluşu bunu görmezden gelmenizi sağlıyor. Şiirlerde yapılan kelime oyunları ve iğnelemeler bazen tam anlamıyla kavranamayabiliyor, bu da şiirlerin çeviri olmasının da verdiği anlam değişmesi ve Kore sanatına yabancı olmakla alakalı. Yine de kültürün ve Kore Edebiyatı'nın meraklıları için kesinlikle harika bir başlangıç kitabı Şair. Bilmeyenler için, yazarın bir de İmge Kitabevi Yayınları'ndan çıkmış Değişen Kahramanımız adında incecik bir kitabı bulunuyor. 

Kim Sakkat

*Kim Pyong-yon daha sık kullanılan adıyla Kim Sakkat, adını kafasına taktığı bambu şapkasından almakta.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Andy Weir - Marslı

Yazar: Andy Weir
Kitap: Marslı
Orijinal Adı: The Martian
Çeviren: Emre Aygün
Yayınevi: İthaki Yayınları
Basım Yılı: Aralık 2014
Sayfa Sayısı: 416
Puanım: ★★★★★★★☆☆☆

Şenlikten bağımsız olarak okuduğum bir diğer kitap Marslı oldu. Bu kitap Goodreads'te o kadar çok karşıma çıktı ve o kadar çok reklamı yapıldı ki, İthaki'nin kitabı çevirdiğinden habersiz İngilizce e-kitabını bulup, okumaya hazırladım kendimi, ama daha sonra Idefix'in yeniler kısmında kitabın Türkçeye çoktan çevrilmiş olduğunu öğrendim (Tebrikler İthaki!). Kitap, reklamı da yapıldığı üzere Goodreads'te 2014 yılının en iyi bilim-kurgu romanı seçildi, doğal olarak beklentim yüksek bir şekilde başladım kitaba.

İsminden de anlaşıldığı üzere Marslı'da Mars'ta geçen bir hayatta kalma mücadelesi anlatılıyor aslında. Tom Hanks'in oynadığı Cast Away filmini izlediyseniz eğer, bu filmin uzayda geçen versiyonu olarak düşünebilirsiniz Marslı'yı. Bir de bu uzay mücadelesine bir dolu mekanik, teknik ve biyolojik terimleri ve olayları eklediğinizde ortaya  iyi bir bilim-kurgu kitabı çıkıyor. Astronot Mark Watney takım arkadaşlarıyla çıktığı bir görev sırasında, yaşadığı talihsiz bir kaza sonucu, öldüğü düşünülerek Mars'ta bir başına bırakılıyor ve Dünya ile iletişime geçme imkanı olmaksızın yabancı topraklarda yaşamak için canını dişine takıyor.

Kitap günlük şeklinde yazılmış ve Watney'in ne yediğinden o gün içinde ne yaptığına kadar Mars'taki tüm aktivitelerini kitap boyunca okuyoruz. Tek sıkıntı, karakter fazlasıyla pozitif yansıtılmış ve herhangi bir derinlik verilmeden oldukça yüzeysel işlenmiş. Dünya'daki hayatına ya da karakteristik özelliklerine dair fazla bir bilgi verilmeyen Watney sadece zeki, espritüel, fazlasıyla pozitif ve ağzı hafif bozuk bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Watney'in pozitif hali o kadar abartılmış ki, normal bir insanın ruhsal bir çöküntü yaşayabileceği bir durumda Watney sadece "Ha siktir!" diyerek normal haline kolayca dönebiliyor yani kendisi hiçbir kötü olaydan etkilenmeyen süper insan sanki. Bu üstün insan halinin dışında karakterin herhangi bir duygusal bağı ya da düşüncesine de kitap boyuna hiç yer verilmemiş. Kısacası, Watney'in psikolojik ve duygusal yönü kitap boyunca anlatılmıyor, bunun yerine yazar karakterinin diyet planına benzeyen yemek listesi, izlediği müzik ve diziler ve tabii ki kullandığı teknik araçlara odaklanmış. Marslı'nın bir hayatta kalma kitabı olduğu düşünüldüğünde bunların veriliyor olması gayet doğal fakat 416 sayfa boyunca benzer süreçleri okumak bir süre sonra insanı sıkabiliyor.

Yüzeysel yansıtılan kişiliği ve matematik problemlerine benzeyen mücadelesi sırasında kullandığı tüm o teknik ve mekanik ayrıntıların yoğunluğu dışında Marslı iyi yazılmış bir kitap. Hatta bu kadar çok ayrıntının hepsini araştırıp romanın içine yedirebildiği için yazarı tebrik etmek lazım.

Kitabın film uyarlamasının da 2015 yılında izleyiciyle buluşacağının müjdesini buradan vereyim. Ridley Scott'un yöneteceği filmin başrollerinde Matt Damon, Jessica Chastain, Kate Mara, Sean Bean ve Jeff Daniels gibi oyuncular bulunacak. Heyecanla bekliyoruz.

Johann Wolfgang von Goethe - Genç Werther'in Acıları

Yazar: Johann Wolfgang von Goethe
Kitap: Genç Werther'in Anıları
Orijinal Adı: Die Leiden des Jungen Werther
Çeviren: Arif Gelen
Yayınevi: Sosyal Yayınları
Basım Yılı: Ekim 2002
Sayfa Sayısı: 169
Puanım: ★★★★★★☆☆☆☆

Goethe'nin kendi başından geçen hüzünlü bir aşk öyküsüne dayanan bu romanı, ana karakter Werther'in, sonunun hüsranla biteceğini bildiği halde umutsuz bir tutku ve saplantıyla bağlandığı Lotte'ye duyduğu aşkını anlatmakta. Mektuplar şeklinde yazılmış kitapta Werther'in Lotte ile tanışması ve onun başka bir adamla nişanlı olduğunu öğrenmesine rağmen, karşı koyamadığı duyguları işlenmiş. Anlatılan aşk, çoğu zaman anlam veremediğim, ıstıraplı, melankolik ve bir o kadar da saçma bir aşktı, ama adı üstünde aşk işte. Her ne kadar yazıldığı dönem itibariyle büyük ses getirmiş ve birçok insanın intiharına sebebiyet vermişse de, anlatılan türde bir aşk bana göre günümüzde artık geçerliliğini yitirmiştir. Aşkına ulaşamayan bir erkek aşk acısı çekmek yerine, çoğu zaman sevdiği kadını öldürmekte ya da ona zorla sahip olmaya çalışmakta günümüzde, böylesine derinlikli ve platonik derecesinde saplantılı aşkları aşk olarak değil de dediğim gibi isteğine kavuşamayan erkeklerin cinayetleri olarak görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında kitaptaki aşk biraz ütopik kaçmakta ve 1770'li yıllardan günümüze kadar değişen aşk algısını gözler önüne sermekte.

Werther'in Wilhlem'e yazdığı mektuplardaki günlük hayattan çeşitli gözlemleri anlatan satır arası cümleler ve hikayeler bana, kitapta anlatılan aşktan daha etkileyici geldi nedense. Yine de Genç Werther'in Acıları'nı, Romantizm akımının etkisini hissetmek ve yazıldığı dönemin toplumsal koşullarını daha iyi idrak etmek açısından okumanızı tavsiye ederim, üstelik de klasiklerden bir kitap olduğu düşünüldüğünde.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Philip K. Dick - Karanlığı Taramak

Yazar: Philip K. Dick
Kitap: Karanlığı Taramak
Orijinal Adı: A Scanner Darkly
Çeviren: Mehmet Ada Öztekin
Yayınevi: Altıkırkbeş Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 350
Puanım: ★★★★☆☆☆☆☆☆

Philip K. Dick çok sevdiğim yazarlardan biri, Karanlığı Taramak adlı kitabı da ismini çokça duyduğum ve merak ettiğim bir kitaptı, fakat kitabı bitirmemle birlikte Karanlığı Taramak, hiç ama hiç beğenmediğim ve açık ara farkla okuduğum en kötü PKD kitabı haline geldi.

PKD'nin hayatından yoğun izler taşıyan ve başyapıtı olarak adlandırdığı bu yarı-otobiyografik kitapta, geleceğin Amerikası'ndan bir kesit anlatılıyor. Nüfusun büyük çoğunluğunun kullandığı "D Maddesi" adlı uyuşturucu türü nedeniyle devlet zor zamanlar geçirmektedir. D maddesi, kullananları müptela haline getiren oldukça tehlikeli ve uzun dönemde de beyinde ciddi hasarlara yol açan bir ilaçtır. Gerçek adı Fred olan bir narkotik ajanı, Robert Arctor (Bob) adı altında D maddesi kullanan bir grup uyuşturucu satıcısının kimliklerini açığa çıkarmak amacıyla aralarına sızmış, ancak bu süreçte kendisi de D maddesinden çokça kullanmış ve gerçek kimliği ve büründüğü diğer kimlik olan Bob birbirine karışmaya başlamıştır. Kitabın sonunda yer alan yazar notunda PKD, bu romanın içindeki bir karakter olmadığını, bu romanın kendisi olduğunu ve kitaptaki diğer karakterlerin hepsinin de tanıdığı diğer insanlardan olduğunu söylüyor. Kısacası, kitap kurgu olmasına karşın, yazarın hayatını anlatıyor aslında.

Peki neden bir yazarın "başyapıtım" olarak adlandırdığı bir kitabı beğenmedin? diye sorduğunuzu duyar gibiyim, üstelik internetteki yorumların çoğu da pozitif yönde olmasına rağmen. İlk olarak kullanılan uyuşturucu temasının popüler kültür içindeki işlenişinden oldum olası hoşlanmadığımı belirtmem lazım. Uyuşturucu madde kullanımı her zaman için bana uzak bir konu oldu; ne film izlerken ne de kitap okurken bu konuda yapılmış işlerden hoşlanmıyorum. PKD'nin bir diğer kitabı Palmer Eldtritch'in Üç Stigmatası belki de bu konuda yaşadığım bir istisnaydı. Orada da aynı şekilde konu, benzer bir uyuşturucu maddesi üzerinden ilerlese de kitabı daha çok beğendiğimi hatırlıyorum çünkü bilim-kurgu ögeleri daha fazla kullanılmıştı. Oysa ki Karanlığı Taramak'ta, başarılı olma potansiyeline sahip konusuna karşın hemen hemen hiçbir bilim-kurgu ögesi kullanılmamış; bu da kitabı uyuşturucu konusunda yazılmış sıradan bir kitap haline getirmiş. Sıkıcı anlatım, akıcılıktan uzak olaylar dizisi ve yetersiz çeviri de tüm bu kötü özelliklerin üstüne tuz biber ekmiş. 

Uyuşturucu alt kültürü, bolca argo içeren diyaloglar, sanrılar, çoklu kimlik bunalımı gibi filmlerde çokça rastlanabilecek temalar kitap içinde sıkça yer alıyor. Eğer bu tarz konulardan hoşlanıyorsanız bu kitap tam size göre; fakat benim gibi böyle konulara ilgi duymuyorsanız bu kitaptan hoşlanmayabilirsiniz. 

Kitabın bir de film versiyonu olduğunu hatırlatmak isterim. Filmde, Bob Arctor karakterine Keanu Reeves hayat verirken, Robert Downey Jr, Winona Ryder ve Woody Harrelson gibi oyuncular da diğer karakterleri oynamışlar.

Wilhelm Genazino - O Gün İçin Bir Şemsiye

Yazar: Wilhelm Genazino
Kitap: O Gün İçin Bir Şemsiye
Orijinal Adı: Ein Regenschirm für diesen Tag
Çeviren: Çağlar Tanyeri
Yayınevi: Jaguar Kitap Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2014
Sayfa Sayısı: 160
Puanım: ★★★★★☆☆☆☆☆


Jaguar Kitap 2012 yılının sonlarında kurulmuş yeni bir yayınevi. Ne zamandır bastıkları harika kapaklı kitaplar alınacaklar ve okunacaklar listemde yer alıyordu, nihayet bu dileğimi gerçekleştirdim ve Okuma Şenliği sayesinde O Gün İçin Bir Şemsiye kitabını bitirdim. Yazar Wilhelm Genazino ile de ilk tanışmam bu kitapla birlikte gerçekleşmiş oldu. Kendisi çağdaş Alman edebiyatının yeni dönemdeki temsilcilerinden. Alman yazını hakkındaki bilgisi Goethe, Thomas Mann, Bertolt Bretch, Hermann Hesse gibi yazarların ötesine gitmeyen benim gibi biri için Genazino ile tanışmam harika oldu. Her ne kadar yazarın bu kitabını pek beğenmesem de Türkçeye çevrilen bir diğer kitabı Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk okuma listemde.

O Gün İçin Bir Şemsiye'ye gelecek olursak; bıkkın ve amaçsız, orta yaşlı bir ayakkabı denetçisinin gözlerinden yaşadığı çevreye, insanlara ve dünyaya ait gözlemler eşliğinde hayattan bir kesit sunulmuş bu kitapta. Sıradan bir karakterin yaptığı bilinçli ve dikkatli gözlemler, yaşadığı ilişkiler ve aldığı kararlar belirli bir konu olmaksızın çoğunlukla monologlarla anlatılmış. En başlarda çok akıcı ve ilginç başlayan birkaç sayfanın ardından, kitabın devamını ne yazık ki sıkılarak okudum. Karakterin mazisindeki anıları ve düş kırıklıklarından çokça söz edilirken hayatta hiçbir amacı olmayan, rekabetten ve hayatını yaşamaktan uzak bir erkek modeli çizilmiş. Aslında sıradan bir tip olan karakterin bir o kadar rutin geçen hayatı gözlemleri dışında gerçekten ilginç değil. Okurken, beni farklı dünyalara götüren, ya da ilginç karakterler ve konularla tanıştıran kitaplardan daha çok hoşlandığım için bu kitabı sevemedim belki de ama bu demek değil ki kitap kötü. Tam tersine, kitabı okurken kaliteli bir çeviriyi okuduğunuzu hissediyorsunuz, aynı şekilde baskıdan redakteye kadar çok iyi bir iş çıkarılmış. Bu nedenle Jaguar Kitap'ı takdir ettim ve diğer kitaplarını da edinmeye başladım.

Günümüz Alman Edebiyatı'ndan yeni bir yazarla tanışmak isterseniz ve kitapta da söylendiği gibi "hayatınızın yağmurlu ve uzun bir günden, bedenlerinizin de o gün için gereken bir şemsiyeden başka bir şey olmadığını hissetme noktasına gelmiş insanlar"dansanız bu kitabı okumalısınız.

2 Aralık 2014 Salı

Jacques Baudou - Bilim-Kurgu

Yazar: Jacques Baudou
Kitap: Bilim-Kurgu
Orijinal Adı: La Science-Fiction
Çeviren: İpek Bülbüloğlu
Yayınevi: Dost Kitabevi Yayınları
Basım Yılı: 2005
Sayfa Sayısı: 128
Puanım: ★★★★★★★★☆☆

Her sene Bilim-Kurgu Kurultayı'nda roman, kısa roman, hikaye ve kısa hikaye alanlarında verilen Hugo ödüllerinin adının nereden geldiğini hiç düşünmüş müydünüz? Ya da cyberpunk, uzay operası, steampunk, new wave gibi bilim-kurgunun alt türlerinin ortaya ne zaman çıktığını ve öncülerinin kimler olduğunu biliyor musunuz? Eğer cevabınız hayırsa ve bilim-kurguya dair bir literatür taraması okumak istiyorsanız bu minik kitap tam size göre.

Bilim-kurgunun tanımı, tanımı konusunda yaşanan zorluklar ve gelişmeler, bilim-kurgu temaları ve alt türleri hem yazarlar hem de coğrafya bazında incelenerek hoş bir kitap ortaya konmuş. Keşke daha uzun, detaylı ve kapsamlı olsaymış diyerek kısa bir süre içinde bitirdim kitabı. Kısa olmasının yanı sıra çevirmen İpek Bülbüloğlu da çeviriye pek önem vermemiş anlaşılan ve Türkçeye çevrilerek basılan bilim-kurgu kitaplarının isimlerini kendi kafasına göre çevirerek kitap içinde karmaşaya neden olmuş. Birkaç tane örnek verecek olursam, kitap isimlerini Yıkım'a Giden Adam yerine Yıkılan Adam; Anubis Kapıları yerine Anubis Yolları; Karanlığın Sol Eli yerine Gecenin Sol Eli; Sarhoş Adımları yerine Sarhoşun Gezintisi şeklinde çevirmiş, üstelik bu kitapların hepsi de kitabın basım tarihi olan 2005 yılından daha önce basılmasına rağmen. Keşke daha özenli davranıp ufak bir araştırma yapsaymış, ya da hiç çevirmeye çalışmayıp orijinal adlarıyla bıraksaymış. Eksikliğini gördüğüm bir diğer husus da kitapta adı geçen tüm yazar ve kitaplarının bir listesinin verilmemesi konusunda oldu. Jo Walton'ın Ötekiler Arasında kitabında yayınevi ve çevirmen bu konuda çok iyi iş çıkarmıştı. Benzer bir liste bu kitapta da olsaymış harika olurmuş.

Yazar Jacques Baudou kendisi de Fransız olduğundan, bilim-kurguyu yer bazında incelerken Fransa'ya biraz iltimas geçmiş gibime geldi. Jules Verne dışında ismini daha önce hiç duymadığım yazarlardan kitapta 6 sayfa boyunca bahsedilirken, ünlü ve iz bırakmış yazarlardan ya çok kısa bahsedilmiş ya da bunlar es geçilmiş.

Tüm bu sıkıntıların ve kısa olmasının dışında kitap, bilim-kurgu severler tarafından yenilip yutulacaktır. Ben yarım saat gibi kısa bir sürenin içinde bitirdim kitabı. Şenlik boyunca okuduğum 8 kitabın eleştirisi dururken, şenlik dışı okuduğum bu kitapla ilgili yorumumu öncelikle paylaşmak istedim, bu da kitabı beğendiğimin bir göstergesi olsa gerek:)

14 Kasım 2014 Cuma

Marguerite Yourcenar - Doğu Öyküleri

Yazar: Marguerite Yourcenar
Kitap: Doğu Öyküleri
Orijinal Adı: Oriental Tales
Çeviren: Hür Yumer
Yayınevi: Helikopter Yayınları
Basım Yılı: Eylül 2010
Sayfa Sayısı: 112
Puanım: ★★★★★★★★☆☆

Helikopter Yayınlarının kırmızı-beyaz renkte tasarladığı, şık basımlı kitaplarından birini okumayı ne zamandır istiyordum. Bu yayınevinden okuduğum ilk kitap daha önce hiçbir kitabını okumadığım Belçika doğumlu Yourcenar oldu. Marguerite Antoinette Jeanne Marie Ghislaine Cleenewerck de Crayencour gibi upuzun bir adı olan yazar kitapları yayınlanmaya başladıktan sonra soyadı olan Crayencour'u değiştirerek eksik bir anagram hali olan Yourcenar'ı kullanmaya başlamış. Kitapçım Hadrianus'un Anıları adlı kitabını okumamı önermişti aslında ama kitaplığımda Doğu Öyküleri kitabı olduğundan ilk olarak buna başladım. Ne diyebilirim ki, yazarla tanışmama vesile olan bu kitabı iyi ki de okumuşum.

Doğu Öyküleri'nin içinde toplam 10 tane öykü bulunuyor, bu öyküler sizi kâh Murasaki Shikibu'nun Genci'sine, kâh Balkan baladlarından birine götürüyor. Bir bakmışsınız antik Yunan efsanelerinin birinin içindesiniz, sonra başka bir zaman Hint mitosundan bir tanrıyı tanıyorsunuz. Masallar, mitler ve efsanelerden hoşlanıyorsanız, bu kitabı seveceğiniz kesin. Daha fazla ülkeden, daha fazla hikayenin dahil olmasını umuyorsunuz bir noktada ama Hindistan, Sırbistan, Çin, Japonya ve Antik Yunan gibi ülkelerle sınırlı kalmış hikayeler. Çeviri de bir o kadar incelikli yapılmış, Hür Yumer ismini bir kenara not etmeme neden oldu bu güzel çeviri.

Kitapla ilgili tek sıkıntım, yazarın birden fazla hikayede adı geçen Türk kelimesini her seferinde nedense negatif bir algı yaratacak şekilde kullamış olması oldu. Türklerden kolayca yere yıkılan, köylüleri çarmıha geren, kızların ırzına geçen gaddar bir millet olarak bahsediliyor kitapta. Eğer bir iki cümlede geçen bu sözlere pek takılmazsanız, kitabı keyifle okuyabilirsiniz.

13 Kasım 2014 Perşembe

Karin Tidbeck - Zeplin

Yazar: Karin Tidbeck
Kitap: Zeplin
Orijinal Adı: Jagannath Stories
Çeviren: Tülin Er
Yayınevi: Aylak Kitap Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 151
Puanım: ★★★★★★★☆☆☆

İsveç edebiyatının yükselen yıldızlarından Karin Tidbeck'in Aylak Kitap tarafından bu sene içinde basılan Zeplin adlı kitabı, içinde 13 adet tuhaf hikayenin bulunduğu, yazarın İngilizce olarak kaleme aldığı ilk öykü kitabı olma özelliğini taşıyor. Bundan önce yine kısa hikayelerini topladığı bir kitap ve bir de roman yazan Tidbeck, Zeplin adlı kitabıyla 2013 yılında World Fantasy Award yani Dünya Fantezi Ödülü'ne aday olmuş. Ursula K. Le Guin'in yazar için yazdığı "Anlatılmayacak kadar tuhaf ve tedirgin edici. Eğlenceli ve gizemli. Bunlar şahane hikayeler." cümleleri kitabı almamda etkili oldu. Ursula deyince akan sular duruluyor benim için. Üstüne bir de Ekim ayının Sabit Fikir dergisinde yazarla ilgili yer alan haber kitaba olan ilgimi daha da artırdı. Şöyle yazıyordu bu haberde:
"İsveçli yazar Karin Tidbeck, Zeplin'deki öykülerden bazılarını kaleme alırken Tarkan ve Yavuz Bingöl dinlediğini açıkladı. "Ove Lindström için Bazı Mektuplar" öyküsünü yazarken Bingöl'ün "Sitemdir" albümündeki atmosferden etkilendiğini belirten Tidbeck, "Arvid Pekon Kim?" öyküsünü yazarken de Tarkan'ın Ölürüm Sana (kendi yazım şekliyle Ölörum Sana) şarkısını dinlemiş. Tidbeck'in listesinde Tarkan ve Yavuz Bingöl'ün yanı sıra Peter Gabriel, Goran Bregovic, Kate Bush ve Tori Amos gibi isimler de var."
İsveçli genç bir yazar, Tarkan, Yavuz Bingöl ve Ursula'nın tuhaf ve tedirgin edici sözleri bir araya gelince kafamda acayip bir kombinasyon oluştu, haksız da çıkmadım. Daha ilk hikayeden itibaren yazarın tuhaf ve orijinal hikayeleri ilgiyi çekmeyi başarıyor. Mesela ilk hikayede bir zepline aşık olan Franz Hiller ve bir buhar makinesine aşık olan Anna Goldberg'den kesişen hayat hikayelerinden bahsediliyor. Arvid Pekon Kim? alı hikaye de bir o kadar ilginç. Aldığı telefonlar nedeniyle delirme noktasına gelen santral görevlisi Arvid Pekon'un var oluşu sorgulanıyor bu hikayede. Bir santralde çalışmakta olan Arvid ve iş arkadaşları, kendilerini arayan yurttaşların konuşmak istedikleri kişilerin seslerini taklit etmekteler. Her yurttaşın Yevgeni Zamyatin'in Biz kitabında olduğu gibi bir numarası var, bu numaralar sayesinde arayan yurttaşların kimi hangi nedenle aradığıyle ilgili bilgilere kolayca ulaşılabiliyor. Bu santralde çalışan Arvid Pekon her gün ilginç telefonlar da almakta; ölü annesine bağlanmak isteyenler, böcek kralla görüşmek isteyenler... İşe girmeden önce imzaladığı SY-İY (Soru Yok-İfşa Yok) belgesi nedeniyle yaptığı işi ve yaşadıklarını sorgulayamadığı bir hayatı var. Yaptığı iş nedeniyle sürekli olarak başka bir kimliğe bürünen Arvid, zamanla gerçeklik ve hayal dünyası arasında gidip gelmeye başlıyor.

Kitapta en beğendiğim hikayeler Beatrice, Arvid Pekon Kim, Rengeyiği Dağı, Teyzeler ve Jagannath oldu. İskandinav kültüründen ve mitlerinden çokça etkilenen Tidbeck'in hayal gücü yüksek, tuhaf, ilginç ve bir o kadar da orijinal öykülerini okumak isterseniz, üstelik farklı bir ülkeden yeni bir yazarla tanışmak isterseniz Zeplin'e bir göz atmanızı öneririm.

21 Ekim 2014 Salı

Jo Walton - Ötekiler Arasında

Yazar: Jo Walton
Kitap: Ötekiler Arasında
Orijinal Adı: Among Others
Çeviren: İhsan Tatari
Yayınevi: İthaki Yayınları
Basım Yılı: Kasım 2013
Sayfa Sayısı: 381
Puanım: ★★★★★☆☆☆☆☆

Ötekiler Arasında adlı kitabı çıkar çıkmaz alıp her zamanki gibi bir kenara koydum. Güz Okuma Şenliği için hazırladığım listemle kitap tekrar gün yüzüne çıktı. Yine Hugo ve Nebula gibi bilim-kurgu ve fantastik-kurgunun iki büyük ödülünü kapmış bir kitap vardı karşımda. Üstelik ön kapakta Ursula K. Le Guin gibi çok sevdiğim bir yazarın kitap için yazmış olduğu notu görmemle beklentim daha da yükseldi ve başladım kitabı okumaya. Önce arka kapağı okudum ve bana göre arka kapakta yazanlar çok yanıltıcı, insanı farklı beklentiler içine sokuyor. Şöyle ki:
"Morwenna Phelps (Mori) perilerin ve insanların dünyası arasında sıkışık bir hayat yaşamaktadır. Galler'de yetişen Mori'nin en yakın arkadaşları periler ve bilimkurgu romanlarıdır. Deli bir büyücü olan annesi, perileri karanlık bir sona doğru sürüklemeye çalıştığında Mori kendisini topal bırakacak büyülü bir savaşta onunla yüzleşmek zorunda kalır... ve ikiz kız kardeşi ölür.
Yaşadığı üzücü olaylardan sona İngiltere'ye, onu ve kardeşini doğumlarında terk eden babasının yanına gönderilir. Burada arkadaş bulmakta zorlanan Mori, büyü yaparak kendisi gibi düşünen insanları çevresinde toplamak ister, ama yaptığı büyü annesinin dikkatini çeker. Bu durum Morwenna'yı yıllardır kitaplardan öğrendiği her şeyi kullanmasını gerektirecek bir hesaplaşmaya doğru sürükler."
Orijinali de aynı şekilde yazılmış olan arka kapak yazısını okuyan biri bana göre perilerin ve insanların yaşadığı Tolkien'in Orta Dünyası ya da Harry Potter'ın Hogwarts'ı gibi büyülü bir dünya hayal ediyor en başta. Daha sonra ana karakter Mori ve annesi arasında yaşanan savaşı okuyacağını düşünüyor ister istemez, çünkü yukarıda böyle yazılmış (fakat bunlar hiç anlatılmıyor kitapta, sadece geçmiş zamanla kısaca bahsedilmiş) ve sonrasında deli ve bir o kadar da kötü bir anne karakteri bekliyoruz kitaptan. Büyülü kelimeler, hokus pokuslar kısacası bizi farklı bir dünyanın içine sokacak bir hikaye hayal ediyoruz. Fakat, asıl bulduğumuz şu oluyor: Hikayeye göre 1979, bana göre ise günümüzün İngilteresi ve Galler'inde geçen modern bir arka planda, bir kızın kardeşinin ölümüyle başa çıkması ve büyüme öyküsü okuduğumuz kitap. Ne büyülü bir dünyayı, ne de beni perilere ya da kitapta bahsi geçenlere inandıracak, kendimi bu dünyanın bir parçası gibi hissettirecek fantastik unsurları buldum kitapta. Evet perilerden ve büyüden bahsediliyor fakat bu bahsedilenler "Periler çok akıllıdır, daha doğrusu çok şey bilirler" ya da "Perilerin isimlerle araları iyi değildir." gibi sözün ötesine geçmeyen ve çok gerçekçi gelmeyen cümleler olarak kalıyor sadece.

Küçük yaşlardan beri fantastik-kurgu ve bilim-kurgu türünde birçok kitap okumuş biri olarak Ötekiler Arasında kitabını kesinlikle fantastik-kurgu türüne yakın bulamadım. Perilerle ilgili yazılmış yerler çıkarıldığı anda elde kalan kısım, genç ve hassas bir kızın yazdığı günlük şeklindeki büyüme hikayesi oluyor. Bana göre göre yazar, çokça etkilendiğini belli ettiği ve sıkça bahsettiği J.R.R. Tolkien ve Ursula K. Le Guin' gibi yazarların yanına bile yaklaşamıyor, hatta uzağından bile geçemiyor.

Kitabın beğendiğim taraflarına gelecek olursak, bir kere gayet akıcı çevrilmiş ve kolay okunan bir dili var. Oturup rahatlıkla bir günde bitirilebilir. İlgi çekici, yer yer insanı gülümseten ve üstelik kendimi anlatan cümlelere rastladım kitapta. Özellikle yazarın Mori'nin ağzından çay-kahve-su hakkında söylediği cümlelerde resmen kendimi gördüm:
"Genellikle çayı hiç sevmem ve sadece kibar olmak için içerim."
"Çayı sevmem, kahve daha da kötüdür; güzel kokar ama tadı iğrençtir. Aslına bakarsanız sadece su içerim, illa ki bir şeyler almam gerekiyorsa limonata içebilirim. Suyu tercih ederim."
"Sadece su içmeyi seviyorum gerçekten. Neden insanlar bunu anlayamıyor?"
(Çayı gerçekten de hiç sevmiyorum, sadece misafirliklerde zorunluluktan içmeye çalışıyorum ve genelde bitiremiyorum. Sahaf gezmelerin sırasında da her seferinde dükkan sahiplerinin baskılarına maruz kalıyorum. Her dükkanda mutlaka bir "Çay içer misin?" sorusu ve ardından "Teşekkürler, hiçbir şey almayayım." cevabım nedense hiçbir zaman yeterli olmuyor, 5 dakika sonra yine bir "Çay içer misin?" ya da "Neden çay içmiyorsun?" sorusu takip ediyor bunu:) Kahve deseniz evet gayet güzel kokuyor ama içine süt konmadığı takdirde ve yanında tatlı bir şeyler olmadan tadı berbat. Sanırım yeme-içme alışkanlıklarım 15 yaşındaki Mori'ye çok benziyor)

Kitapla ilgili sevdiğim bir diğer nokta ise ana karakterin tam bir kitap kurdu ve bibliofil olması oldu. Özellikle bilim-kurgu türündeki kitapları okuyan Mori, okuduğu ya da okuyacağı, kütüphaneden, babasından ya da kitapçıan aldığı kitapların hepsini anlatıyor kitapta. Bilim-kurgu ve fantastik-kurgu türündeki önemli eserlerin birçoğu böylelikle bir külliyat şeklinde kitabın içinde yer ediyor. Buralar, okurken en çok zevk aldığım yerler oldu. Okuduğum kitaplarla ilgili başka bir yazarın, karakterinin ağzından yorum yapması gerçekten çok hoş olmuş. Kitabın sonunda da çevirmen İhsan Tatari sağ olsun kitapta bahsi geçen tüm kitapların bir listesini yapmış, okumadıklarımı hemen işaretledim, Türkçesi olmayanların da İngilizcelerini aramaya başladım. Kitapta en çok bahsi geçen Ursula K. Le Guin'in Rüyanın Öte Yakası kitabı da şans eseri yine aynı şekilde okuma şenliği listemdeydi, kitapta bu kadar çok bahsi geçince oldukça merak ettim bu kitabı da, en kısa zamanda okuyacağım inşallah.

Son söz olarak bu kitabı bir fantastik-kurgu türünden çok, bir kızın yaşadıklarıyla başa çıkması, aile ilişkileri ve ergenliğe geçişi diye düşünerek okursanız daha çok zevk alabilirsiniz. Üstelik bilim-kurgu kitaplarını seviyor ve kütüphane, kitapçı, kitap kulübü gibi kelimeleri duyduğunuzda heyecanlanıyorsanız bu kitap tam size göre çünkü bunlar kitapta sıkça bahsedilen mekanlar ve kelimeler. Fakat, beklentiniz farklı bir dünyada geçen bir fantastik-kurgu romanıysa benim gibi hayal kırıklığı yaşamanız çok olası. Benim ödül kazanmış kitaplarla bir problemimin olduğu kesin ve net. Bundan sonra aynı yıl aday olmuş kitapları okuyacağım bir de, bakalım düşüncem ne yönde olacak merak ediyorum doğrusu.

Not: Biraz önce kitabın yazarının resmini internette araştırırken bir de ne göreyim yazar kadınmış meğerse. Tüm kitap boyunca yazarı erkek olarak düşünmüştüm oysa ki. Kitabın içinde de bir yerlerde bahsi geçen James Tiptree Jr. adlı yazarın hep erkek olarak düşünülmesi olayına benzedi benim durumum da:) Bu arada yazarı George Martin'e çok benzettim. George Martin evli mi ya da kızı var mı bilmiyorum ama kızı olsa bence aynı bu kadın gibi olurmuş:)



Isaac Asimov - İşte Tanrılar


Yazar: Isaac Asimov
Kitap: İşte Tanrılar
Orijinal Adı: The Gods Themselves
Çeviren: Gönül Suveren
Yayınevi: Altın Kitaplar Yayınevi
Basım Yılı: Temmuz 1985
Sayfa Sayısı: 342
Puanım: ★★☆☆

Blog konusunda şunu anladım: eğer okuduğum bir kitapla ilgili düşüncelerimi hemen yazmazsam, hem kitapla ilgili bazı önemli noktaları unutmaya başlıyorum hem de sonra yazarım diyerek sürekli erteleme olayına giriyorum ki sonu Isaac Asimov'un İşte Tanrılar kitabı gibi oluyor. Evet kitabı bitireli 1 haftayı geçti, hatta bu kitabın üstüne 3 kitap daha bitirdim ama okuduğum sıralamada yazacağım diye direttiğim için ancak şimdi yazabiliyorum kitap yorumunu.

Asimov'un Hugo ve Nebula ödüllü bu kült kitabı kütüphanemde okunmayı bekleyen kitap yığınının içinde bir yerlerdeydi. Güz okuma şenliği sayesinde "Hadi bakalım Seda, okumaya başla artık" diyerek büyük bir gazla başladım kitaba. Daha öncesinde yazarın hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum için beklentim pek tabii çok yüksekti. Usta bu beklentimi boşa çıkarmayarak kendisinden beklenmeyen gayet ilginç bir hikayeye daha doğrusu hikayelere imza atmış. Hikaye dedim çünkü kitap aslında bir roman olmasına karşın içinde üç farklı hikaye mevcut, fakat bu hikayeler sonunda ortak bir olayda birleşiyor. Yani konu ortak ama her bölümdeki karakterler ve hikayeler tamamen farklı, sadece ilk hikayedeki bir yan karakteri son hikayede görebiliyoruz. 

Kitabın ana hikayesinde bizim dünyamızdan tamamen farklı fizik kuralları olan paralel bir evrende (para-evren) yaşayan uzaylılarla Dünya arasında yaşanan bir madde değiş tokuşundan bahsediliyor. İlk hikayede henüz bir radyokimya uzmanı olan Frederick Hallam masasının üstünde bulunan şişenin içindeki tungsten'in yok olarak yerine farklı bir madenin gelmiş olduğunu fark ediyor. Bu buluşu para-kainatın ve para-adamların varlığının keşfedilmesine neden oluyor ve onu büyük bir üne kavuşturan elektron tulumbasının kurulmasına olanak tanıyor. Fakat, bu iki madenin sürekli yer değiştirmesi sonucu iki evren arasındaki fizik kuralları değişerek dünyalar felakete sürükleniyor. İkinci hikayede paralel evrende yaşayan uzaylılara geçiş yapılmış ve Asimov'dan hiç beklemediğim farklı bir hikaye var burada. Üç cinsiyetli uzaylıların aileden seks hayatlarına ve sosyal normlarına kadar bütün sosyal  yaşamları ele alınmış. Kitabın kesinlikle en ilginç hikayesi budur diyebilirim. Üçüncü ve son hikayede ise Ay'da yaşamakta olan bir grup insana odaklanılmış. Ay'da yaşasaydık acaba nasıl olurdu? sorusunun yanıtını veren bu son hikaye hem Aylı hem de Dünyalı insanın farklılıklarına yer vererek ana hikayede yer alan problemle final yapıyor.

Soldaki Resim: Isaac Asimov,
Sağdaki Resim: Robert Silverberg
Kitapla ilgili ilginç noktalardan biri, ana hikayenin Asimov'un Robert Silverberg ile 1971 yılında yaptığı bir konuşmaya dayanıyor olması. Bu konuşma sırasında Silverberg örnek vermek amacıyla rastgele olarak Plutonyum-186 adlı bir izotoptan bahseder. Asimov böyle bir izotopun olmadığını ve böye bir izotopun bulunamayacağını iddia eder. Bunun üzerine Silverberg "So, what?" (Ne olmuş yani?) şeklinde cevap verir:) Bu konuşmanın arkasından Asimov hangi şartlar altında Plutonyum-186'nın ortaya çıkabileceğini ve var olma ihtimali halinde neleri etkileyebileceğini düşünmeye başlar. Sonunda bu izotopun ancak farklı fizik kuralları olan farklı bir evrende ortaya çıkabileceği sonucuna ulaşır. Fikirlerini bir kağıda döker ve bu sırada romanın ana hikayesi de ortaya çıkar. Asimov'un 1982 yılında yazdığı bir mektuba göre İşte Tanrılar kitabı kendisinin favori kitabı. Kitapla ilgili bir diğer ilginç nokta ise ikinci hikayede yer alan Odeen, Dua ve Tritt ismindeki karakterlerin isimlerinin Asimov'un ana dili olan Rusçadan gelmesi. Issac Asimov, Rusça'daki bir (odin), iki (dva) ve üç (tri) isimlerinden türeyen bu karakterler ve hikayenin kafasında yazdığı en büyük ve etkili hikaye olduğunu biyografisinde belirtmiştir.

Kitabı genel olarak beğenmeme karşın keşke bir ve ikinci hikayelerdeki karakterler son hikayede de olsaymış ya da bu hikayelerin devamına son hikayede yer verilseymiş diye geçirdim içimden hep ama Asimov bunu genelde hep yapıyor. Vakıf serisinde de kitaplar arasındaki ana karakterler hep değişmekteydi. Yine de bir devam kitabı ya da hikayesi olsaymış fena olmazmış. Bunun dışında yazarın kimya ve fizik kurallarından belki de en fazla bahsettiği roman buydu sanırım, sanki bir öğretmen edasıyla izotoplar, atomlar, elementler ve çeşitli fizik kuralları anlatılmış. Terimlere ve elementlere yabancı olsanız dahi yazarın güzel kurgusu ve dili; Gönül Suveren'in akıcı çevirisiyle sorun yaşamadan rahatlıkla okuyabilirsiniz bu kitabı ama zaman zaman bu öğretici hava sizi sıkabilir de. Son olarak kitaba yedi yıldız vermemin nedeni, kitabı genel olarak beğenmeme karşın, kitabın sevdiğim diğer Asimov kitaplarının yanında biraz daha sönük kalması.


Isshuukan Friends.: Saf Bir Arkadaşlık Hikayesi

Hikaye & Çizimler: Hazuki Maccha
Yönetmen: Iwasaki Tarou
Tür: Günlük Hayat, Komedi, Dram
Yapımcı Şirket: Brains Base, Sentai Filmworks, TOHO animation
Açılış Şarkısı: Natsumi Kon - Niji no Kakera
Kapanış Şarkısı: Amamiya Sora - Kanade
Bölüm Sayısı: 12
Kişisel Puanım: 6

Nisan ayında başlamış olduğum Isshuukan Friends. diğer adıyla One Week Friends (Bir Haftalık Arkadaşlar) aylardan beri bilgisayarımda son iki bölümünün izlenmesini bekliyordu. İstanbul-Ankara arası otobüs yolculuğumda nihayet bu iki bölümü bitirerek animeyi sonlandırdım.

Issuukan Friends. arkadaşlarıyla ilgili anıları her Pazartesi günü silinen Fujimiya Kaori ve Kaori ile har hafta arkadaş olmak isteyen Hase Yuuki isimli iki ortaokul öğrencisi etrafında gelişen bir anime. Kaori'nin bu ilginç durumunu öğrenen yine de kendisiyle arkadaş olmakta ısrar eden sınıf arkadaşı Hase her hafta sil baştan kendisini Kaori'ye tanıtır ve kendisiyle arkadaş olmaya çalışır. Kaori ve Hase'yi odak noktasına alan Isshuukan Friends konusundan da anlaşıldığı üzere saf bir arkadaşlık teması üzerinde gelişiyor. Hafıza kaybı bakımından 50 First Dates (50 İlk Öpücük) filmini hatırlatan anime, içerisinde hiçbir romantik unsur bulundurmamasıyla benzerlerinden ayrılıyor. Hase'nin zaman zaman Kaori'den hoşlandığı izlenimi verilmesine karşın arkadaşlık-aşk sınırı anime içinde hiçbir zaman aşılmıyor. Animedeki çizimler çok şirin yapılmış, fakat bu şirin yapma olayı biraz abartılarak serideki herkes sanki yanaklarına allık sürülmüşçesine elma gibi kırmızı yanaklı çizilmiş.

Tanımadığın biriyle arkadaş olabilmek için neler yapabilirsin, ne kadar ileriye gidebilirsin? gibi soruları akla getiren Isshukan Friends.'de Hase hiçbir karşılık beklemeden ve Kaori'nin bir gün iyileşeceği beklentisiyle bu kısırdöngüye her hafta katlanıyor. Kaori ise başlarda soğuk ve ciddi bir tavır takınmasına karşın kendisini bu kişiye açıyor ve sınıf ortamındaki yalnız konumu yeni arkadaşlar edinmesiyle yavaş yavaş değişmeye başlıyor.


Isshuukan Friends.'i tanımlamak istediğimde aklıma gelen ilk kelimeler tatlı, sıcak, saf, temiz, yumuşak gibi şirinlik çağrıştıran kelimeler oluyor. Bu animede her şey iyi, güzel, hoş gibi duruyor fakat bir noktada arkadaşlık için yapılan tüm bu fedakarlıklar günümüz dünyası için fazla gerçekçi gelmiyor insana. Değişim beklentisi içinde baştan sona hiçbir şeyin değişmediği bir anime olarak kalıyor Isshuukan Friends. Hala öğrenci olan, yaşı daha küçük olan veya ütopik bir arkadaşlık  görmek isteyen anime severleri daha mutlu edecek bir seri diye düşünüyorum Isshuukan Friends. için, fakat eğer okul planında daha önceden bu tarzda animeler izlediyseniz ya da romantik bir anime bekliyorsanız bu anime sizin için basit ve sığ kalacaktır.

10 Ekim 2014 Cuma

Book Challenge Tag [Kitap Etiketleme]

Sevgili Pinuccia'nın beni mimlemesi ve davet etmesi üzerine ilk defa yapacak olduğum bu etkinlik için cevaplarımı aşağıda paylaşıyorum ve beni de dahil ettiği için kendisine çok teşekkür ediyorum:) Challenge kelimesinin meydan okuma, yarış, düello gibi birçok anlamı var, fakat üç kelimelik şu söz dizisini anlamlı bir şekilde Türkçeye çeviremedim ne yazık ki. Burada bir yarıştan çok meydan okuma durumu olduğundan ama  Kitap Etiketleme/Mimi Meydan Okuması olarak da Türkçeye çevrilince anlamsız bir bütün ortaya çıktığından, Book Challenge Tag'i Kitap Etiketleme olarak bıraktım.


1. İlk Hayranlığım:  Hayran olduğum ilk kitaplar çoook eskilere gidiyor. Hatırımda kaldığı kadarıyla Ayşegül dizisinden çıkan bütün kitaplara bayılıyordum. Bir kere resimlerine hayrandım bu kitapların. Tek tek hepsini önüme koyup, kapaklarını okşardım ve içlerindeki resimlere bakardım sürekli ama o sıralarda okumayı biliyor muydum çok da emin değilim açıkçası. 4-5 yaşlarında olduğumu tahmin ediyorum; büyük ihtimalle birileri bana okuyordu bu kitapları ve ben de sadece resimlerine bakmakla yetiniyordum. Daha o zamanlar bu kitaplara o kadar hayran olmuşum ki, şu an ne zaman YKY'nin dükkanına gitsem, kitapları almamak için kendimi zor tutuyorum:) Ayşegül kitaplarını okumadığım için bir de ilkokula giderken okuyup da hayran olduğum ilk kitabı paylaşmak istiyorum. Halam bana Engin Yayınları'nın çocuk setini almıştı. Bu kitapların çoğunu beğenmeme rağmen, içlerinde en çok Hector Malot'un Kimsesiz Çocuk kitabı etkilemişti beni. Dramatik, sürükleyici ve bir o kadar da duygulu bir kitaptı. Hala, zaman zaman kitapçılarda rastlıyorum bu kitaba.

2. Favori Serim: Blog başlığımdan da anlaşıldığı üzere Ursula K. Le Guin'in Yerdeniz serisi hem ilk göz ağrım, hem de favori serilerimden biri. Bu kitaplar tek cilt olarak Metis'ten tekrar basılmasına rağmen, ben renkli kapaklı, sıralı tek kitapları daha çok seviyorum (Resimde yok ama bir de Yerdeniz Öyküleri isimli son bir kitap daha var). Yerdeniz'den başka Arthur C. Clarke & Gentry Lee'nin Rama serisi, Isaac Asimov'un Vakıf ve Robot serileri ve tabii ki J.R.R. Tolkien'ın Yüzüklerin Efendisi serileri diğer favorilerim arasında bulunuyor. Eminim bu liste okuduğum diğer serilerin eksik kitaplarını bitirmemle daha da uzayacak.


3. Favori Kitabım: Zor bir soru ama Victor Hugo'nun Sefiller kitabı favori kitaplarımdan biri. Uzun yıllar evvel kardeşimin doğumgünü hediyesi olarak aldığı bu kitabı okuduğum zaman çok etkilenmiştim. Kitabı tekrar edinip, bir kez daha okuyarak, hala aynı şekilde mi düşünüyorum teyit etmem lazım.

4. Favori Erkek Karakterim: Bu ve altındaki iki kategori bana uzun yıllardan beri favori karakter edinemediğimi gösterdi. Favori karakterlerimin hepsi yıllar öncesinden kalma ve çoğunun belirgin özelliklerini bile hatırlayamıyorum artık. Henüz serisini bitirmememe karşın Stephen King'in Kara Kule serisindeki silahşör Roland Deschain'i şimdilik yeni favorim ilan ediyorum. Yıllarca Kara Kule'nin keşke filmi çekilse ve Roland'ı Clint Eastwood oynasa diyerek içimden geçirdim ancak 84 yaşındaki Clint Eastwood'un  Roland'a hayat vermesi artık imkansız :/ Kara Kule'nin nihayet filminin çekileceğini ve oyuncu arayışında olduklarını öğrendim, o yüzden Hollywood'a buradan sesleniyorum madem Clint Eastwood'u kaçırdınız, o halde Viggo Mortensen, Michael Fassbender ya da Javier Bardem kabulüm ama lütfen Russell Crowe olmasın:)

5. Favori Kadın Karakterim: Rama serisindeki Nicole des Jardins Wakefield favorimdir. Kendisi güçlü kadın imajı çizer; akıllı, sağduyulu, mantıklı ve bir o kadar da güzeldir (ya da benim aklımda güzel diye kalmış). On numara bir kadın olup takdirimi kazanan Nicole, benden başka uzaylıları bile kendine hayran bırakmıştır. Bu varlıklar insanları kendilerinden aşağı görmelerin karşın, Nicole'u el üstünde tutmaktadırlar. Bu kadını kim canlandırabilir diye hiç düşünmedim ama kendisini hep sarışın olarak hayal ettiğimden Charlize Theron ya da iyice yaşlanmadan önce Robin Wright uygun olabilir.

6. Favori Okuma Saatim: Çok değişken. Genelde sessiz ortamlarda ve akşamları kitap okumayı seviyorum ama sessizlik bulmam çok zor olduğundan ve akşamları da çok çabuk uykum geldiğinden, boş bulduğum her vakitte kendimi kitaplara vermeye çalışıyorum.

Henüz çok takipçim olmadığımdan ve takip ettiğim blogların çoğu da bu etkinliği çoktan yapmış olduğundan, bu mimi yanıtlamamış olan herkesi davet ediyorum. Yanıtlamak isterseniz, yazdıklarınızı bana iletmeniz halinde buradan yayınlayabilirim:)


7 Ekim 2014 Salı

Georges Simenon - Bella'nın Ölümü

Yazar: Georges Simenon
Kitap: Bella'nın Ölümü
Orijinal Adı: La Mort de Belle
Çeviren: Bilge Karasu
Yayınevi: Kabalcı Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2008
Sayfa Sayısı: 199
Puanım: ★★☆☆

Güz Okuma Şenliği'nden okuduğum ikinci kitap polisiye/gerilim/korku kategorisinden polisiye türünde bir kitap oldu. Belçikalı yazar Georges Simenon'un Bella'nın Ölümü kitabını seçtim, bu seçimde çevirmen olarak ismini gördüğüm Türk edebiyatının sevdiğim yazarlarından biri olan Bilge Karasu etkili oldu. Kendisi bu çeviride çok iyi bir iş çıkarmış, su gibi akıp giden çok akıcı bir dili var kitabın, sıkılmadan bir saatin içinde rahatlıkla bitirebilirsiniz.

Kitabın konusuna gelecek olursak, isminden de anlaşılacağı üzere Bella isimli 18 yaşındaki bir genç kızın cinayetinin araştırılması üzerine geçen bir kitap. Bella, Spencer Ashby ve karısı Christine'in Amerika'nın New England bölgesindeki evlerinde misafir olarak kalmaktadır. Christine'in yakın arkadaşlarından birinin kızı olan Bella günlerden bir gün odasında ölü olarak bulunur, fakat sıradan bir ölüm değildir bu, kız başka biri tarafından boğularak öldürülmüştür. Tüm gözler ve şüpheler olayın tek tanığı olan Spencer'ı göstermektedir. Masum olmasına ve henüz suçluluğu ispat edilmemesine rağmen, Spencer'ın hayatı bir anda tepetaklak olur, karısı dahil çevresindeki insanlar kendisinden uzaklaşır, sıradan hayatı garip bir hal almaya başlar.

Kitap bir polisiye kitabı gibi görünmesine karşın, insan/suç psikolojisi türüne daha yakın. Agatha Christie kitaplarındaki gibi katilin kim olduğunun tahmin edilmesinden çok, kitapta katil olduğu düşünülen Spencer'in ruh durumuna daha çok odaklanılmış. Yani cinayetten çok, karakter psikolojisi ve insan analizi ön planda ve bu durum Spencer'in monologlarıyla çok iyi kurulmuş.  Kitapta bazı karakterler var ve o kadar güzel anlatılmışlar ki,  olayları okudukça gıcık oluyorsunuz, seviyorsunuz ve Spencer gibi sinirlenip, onun yanında hissediyorsunuz kendinizi. Yazarın diğer kitaplarında çoğu zaman rastladığımız müfettiş Jules Maigret bu kitapta yok ama eksikliği çok da hissedilmiyor. Kitap Amerika'da geçmesine rağmen bana nedense kuzey ülkelerinden birinde geçiyormuş izlenimi verdi hep, belki de Flamanlar'ın Evinde isimli yazarın okuduğum bir başka kitabının etkisinde kaldım. Zaman zaman kitabı Jagten (Onur Savaşı) isimli filme ve kitaptaki karakteri de orada Mads Mikkelsen'in canlandırdığı karaktere benzettim ve aralarında birçok paralellik kurdum. Bu filmi de ayrıca izlemenizi tavsiye ediyorum. 

Simenon'un yazmış olduğu ve dilimize çevrilmiş birçok kitap mevcut, Türkçeye çevrilen kitaplar da hep farklı yayınevlerinden basılmış. Bunlar arasında Kabalcı, Metis, Nisan, K Kitaplığı, Varlık, Nüans, Feniks, Çiviyazıları ve Milliyet gibi yayınevleri bulunmakta. Piyasada olan kitaplarından 4 tanesi Kabalcı Yayınları altında bulunabiliyor. Polisiye türünde değişik bir kitap okumak isteyenlere Simenon'u rahatlıkla tavsiye edebilirim.

4 Ekim 2014 Cumartesi

Zankyou no Terror: Amaçsız Terörizm

Hikaye & Çizimler: -
Yönetmen: Watanabe Shinichiro
Tür: Psikolojik, Gerilim, Dram
Yapımcı Şirket: Aniplex, Dentsu, FUNimation, Fuji TV, Mappa
Açılış Şarkısı: Yuuki Ozaki - Thriller
Kapanış Şarkısı: Aimer - Dare ka, Umi wo
Bölüm Sayısı: 11
Kişisel Puanım: 7

Tokyo, terörist bir saldırıyla karşı karşıyadır ve bu saldırının arkasındaki tek ipucu kendilerini Nine ve Twelve olarak adlandıran iki kişinin internete yükledikleri videodur. Polis çaresizce bu iki kişiyi ararken, Nine ve Twelve çeşitli videolar yüklemeye devam edip bomba saldırıları düzenleyerek şehirde bir kaos ortamı oluştururlar. Daha önceden polis dedektifliği yapan Shibazaki eskiden yaşamış olduğu bir olay nedeniyle işinde arşiv kısmına düşürülmüştür. Shibazaki bu iki kişiyi araştırmaya başlar ve bulduğu ipuçları sayesinde eski görevine tekrar gelir. Bu arada annesiyle sorunlar yaşayan ve okulda arkadaşları tarafından korkutulan ve sıkıştırılan Lisa isimli genç kızın yolu Nine ve Twelve ile kesişir ve hayatı hiç beklemediği bir şekilde değişmeye başlar.
Sezonun en çok konuşulan işlerinden biri olan ve dillerden düşmeyen Zankyou no Terror; Cowboy Bebop, Samurai Champloo, Sakamichi no Apollon gibi harika işlerden tanıdığımız, ayrıca Animatrix ve Genius Party gibi başarılı işlerde de imzası olan Watanabe Shinichiro tarafından yönetilmiş. Arkadaki isim büyük olunca ve bu kadar konuşulunca ister istemez insanın bu seriden beklentisi de yüksek oluyor. Hiç unutmuyorum animeye gerçek anlamda ilk başlayışım aynı yönetmenin elinden çıkma Samurai Champloo ile olmuştu. Benim ilk göz ağrım olan bu seriden sonra anime dünyasından bir daha asla kopamadım. Yönetmenin Cowboy Bebop ve Sakamichi no Apollon animeleri de aynı derecede iyi işlerdi. Zankyou no Terror de harika çizimleri, başarılı yönetmenliği ve enfes müzikleri ile ilk birkaç bölümde izleyicinin gönlünü fethediyor, ancak ne yazık ki potansiyeli yüsek olan bu seri kalan bölümlerde aynı başarıyı yakalayamamış.. Bu başarısızlığın arkasında birden fazla neden yatıyor aslında.

İlk birkaç bölüm boyunca, animenin yavaş temposuna karşın iki karakterin gizemli geçmişini ve yaptıkları eylemlerin arkasında yatan nedenleri merak ederek seriyi izlemeye devam ediyorsunuz. Fakat, en baştaki bu büyük potansiyel yönetmenin Amerikan dizi-filmlerindeki klişeleri kullanmak istemesi ve amaçsızca yürütülen ve bir türlü açıklanmayan terör aktiviteleri nedeniyle heba edilmiş. Son bölüme kadar amaçları belli olmayan terörist olaylar, nedenlerinin ortaya konduğu son bölümde bile istenilen etkiyi yaratamıyor. Bu muymuş yani? diyerek hayal kırıklığına uğramanız çok olası. Yönetmen sanki bir Amerikan dizisini Japon animesine uyarlamaya çalışmış, ama Amerika'yı hatırlatan o kadar çok şey kullanmış ki, bu karışımın içinde Japon animelerine özgü karakteristikler yok olmuş, anime tüm o güzel çizim ve müziklerine rağmen sıradanlaşmış. Hemen hemen hiç karakter ve olay derinliği olmayan Zankyou no Terror, ayrıca zayıf karakterlere sahip. Twelve, Nine ve özellikle Lisa ile ilgili fazla detay verilmemesi karakterlerle bağ kurmayı zorlaştırmış.

Bunların yanı sıra, animenin beşinci bölümünde ortaya çıkan Five isimli kişiliğin, Death Note'daki L gibi suçluları bulmaya çalışması ve L ile olan ortak noktalarının fazlalığı, Zankyou no Terror'ü ister istemez Death Note ile karşılaştırmaya sebebiyet vermiş ve pek tabii öncül olan Death Note her şekilde kazanıyor. Tüm bu belirsizlikler ve klişeler bulutu belki de bu animenin mangadan uyarlanmamış olması nedeniyledir. Zira mangadan uyarlanmış olması durumunda daha oturmuş bir hikaye ve karakter gelişimi görürdük diye düşünüyorum.


Bu animede gözüme çarpan bir diğer nokta ise Japonların hala İngilizceyi konuşamıyor oluşu. Bir millet bu kadar mı kötü İngilizce konuşur. Sene olmuş 2014, birbirinden iyi seiyular var piyasada, bir tanesi bile mi konuşamaz İngilizceyi. Kelimeleri o kadar çok yuvarlıyorlar ki ne söylediklerini anlamak imkansız. Aksanlı İngilizceyi bile Japonların İngilizcesine tercih ediyorum, o derece kötüler. Korelileri de bu konuda es geçmemek lazım tabii, onlar da Japonlar kadar kötüler bu konuda:)

Kullanılan müziklerin seride en çok hoşuma giden şey olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Lisa ve Twelve'in motorsikletle gittikleri sahnede çalan şarkı beni farklı bir dünyaya götürdü. Meraklıları için Yoko Kanno'nun Pop ETC ile birlikte yaptığı şarkının ismi Is (Yazının sonuna bu şarkıyı da koydum). Genelde animelerde yabancı gruplar tarafından yapılmış şarkılara pek rastlanmaz ama Mushishi Zoku ve Zankyou no Terror ile bu trendin yavaş yavaş değişmeye başladığını fark ediyorum. Animenin geri kalanında da Yoko Kanno'nun müzikleri kullanılmış ve çok güzel olmuş. Son bölümün finalinde çalan akustik melodi de oldukça hoş.

Belli ki Zankyou no Terror için çok paralar harcanmış ve üzerinde çok uğraşılmış. Animeyi izlerken bunu hissediyorsunuz, fakat hikayenin çok komplike olmaması ve iyi bağlanamaması, bir de Amerikan klişelerine çok bağlı olunması nedeniyle var olan potansiyel iyi kullanılamamış. Yönetmenin önceki işlerini de izlemiş ve çok beğenmiş biri olarak, seriyi yerlere göklere sığdıramayanların aksine ben bu sefer olmamış diyorum. Sırf müzikler, görüntüler ve çekimlerin hatrına puanım 7.