Etiketler

17 Ocak 2015 Cumartesi

Juan Rulfo - Pedro Paramo

Yazar: Juan Rulfo
Kitap: Pedro Paramo
Orijinal Adı: Pedro Páramo
Çeviren: Tomris Uyar
Yayınevi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1983
Sayfa Sayısı: 118
Puanım: ★★★★★★☆☆☆☆

Ankara-İstanbul arası otobüs yolculuğum sırasında okuduğum bu kitabı sevmedim, sevemedim ve beğenemediğim için de kendimden utandım açıkçası. Suçu çeviriye atmak istiyorum ama Tomris Uyar'ın adı daha kapak sayfasından göz kırpıyor, o yüzden bu mazereti bir kenara bırakarak "sanırım okumak için uygun bir zaman değildi" demek istiyorum.

Meksika edebiyatı denince akla ilk gelen isimlerden biri olan Juan Rulfo, Marquez'in en önemli ilham kaynaklarından biri. Marquez'in deyimiyle ilk dört kitabını yazmasının ardından tıkanan yolunu açan ve başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık'ı ortaya koyabilmesini sağlayan kitap Pedro Paramo. Söylenenlere göre Marquez, Pedro Paramo'yu o kadar çok sevmiş ki, kitabı defalarca kez okuyarak, kitabın sayısız yerini ezberden okuyabilir bir hale gelmiş ve gittiği  yerlerde de bu sevgisini birçok kez sergilemiş. Yüzyıllık Yalnızlık kitabını da okumuş biri olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, eğer Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabını okuduysanız ve sevdiyseniz, Pedro Paramo'yu da büyük bir ihtimalle beğeneceksiniz çünkü her iki kitap da karakterler, konu, mekan ve keşfedemediğim daha birçok özellik bakımından birbirini andırmakta.

Juan Rulfo, Carlos Fuentes ve Gabriel Garcia Marquez ile birlikte büyülü gerçekçilik akımının Latin Amerika'daki ilk temsilcilerinden, dolayısıyla aynı coğrafyanın bu üç ünlü yazarının kitapları arasında da çok sayıda benzerlik bulunmakta, özellikle de Pedro Paramo ve Yüzyıllık Yalnızlık arasında. Kitapta Juan Preciado adlı karakterin, annesinin ölümünün ardından, onun vasiyeti üzerine, babasını bulmak amacıyla annesinin köyü Comala'ya gitmesi anlatılıyor. Roman boyunca, Preciado'nun ve köydekilerin gözünden annesinin, babasının ve köylülerin, hayaletler eşliğinde, iç içe geçmiş hikayelerini dinliyoruz. Ancak hikaye anlatıcıları o kadar gerçek ki, bu dünyadan ya da diğer dünyadan olup olmadıkları pek anlaşılamıyor. Büyülü gerçekçiliğin başarısı bu olsa gerek. 

Ben Latin Amerika edebiyatına ısınamadığım için, kitabı da pek sevemedim doğrusu. İnternette bu kadar olumlu yorumu dolanırken, kitabı sevemediğim için kendimi sorguladım ama olmayınca olmuyor işte. Fakat, Pedro Paramo ileride kesinlikle tekrar okuyacağım ve bir şans daha vereceğim bir kitap olacak. Dediğim gibi Marquez ve Yüzyıllık Yalnızlık severler mutlaka seveceklerdir bu kitabı.

Beğendiğim Alıntılar:

"Cennetin ne kadar uzak olduğunu biliyorum, ancak kestirme yollar da var." (s. 12)

"Tanrı'nın izniyle ölürsün ama kendi istediğin zaman, onun tasarladığı saatte değil. Ya da ona istediğin bir zamanı tasarlatırsın." (s. 12)

Sevgi Soysal - Tante Rosa

Yazar: Sevgi Soysal
Kitap: Tante Rosa
Yayınevi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: Nisan 2012
Sayfa Sayısı: 105
Puanım: ★★★★★★★★☆☆

14 öyküden oluşan fakat ana karakterlerin tümünün de Tante Rosa olduğu minicik bir kitap bu. Tante Rosa ismini ve kitabın hikayesini Sevgi Soysal, teyzesi Rosel'in kişiliğinden yola çıkarak yaratmış. Zamanında yerel olmamakla suçlanan, yabancı ve aykırı bulunan kitabın ilk basımı 1968 yılında yapılmış ve bu yıllarda böylesine marjinal bir kitabın çokça eleştiri almasını aslında normal karşılamak lazım, çünkü Sevgi Sosyal'ın anlatımı ve karakterleri tanıdık Türk yazarlarından çok farklı ve ilginç. Bu nedenle de sevdim bu kitabı.

Tante Rosa, 11 yaşında at cambazı olmayı kafasına koyan hayallerle dolu bir karakter olarak karşımıza çıkıyor ilkin,. At cambazı olamayacağını anladığında rahibe olmaya, rahibe okulundan atıldığında ise evlenmeye karar veriyor. Zorlama evlilik hayatından bunaldığında eşini ve çocuklarını arkasında bırakarak, başka bir kente gidiyor. Mezar düzenleyicisinden, pansiyonculuğa kadar bin bir türlü iş deniyor, kimisinde başarılı olurken, çoğunda çuvallıyor. Asla denemekten vazgeçmiyor, yılmıyor, sil baştan yeni hayatlara başlayabiliyor. Çok farklı, toplumun dışında bir karakteri anlatıyor Tante Rosa. Sanki bir Türkün değil de yabancı bir yazarın elinden çıkmışçasına özgün bir anlatımı ve konusu var kitabın. 

Biz okurlar, Tante Rosa'nın doğumundan ölümüne kadar geçen, çoğu zaman hüzünlü, yer yer komik ve alaycı bu farklı hikayesine eşlik ediyoruz yol boyunca. Tante Rosa özgürlüğüne sahip çıkan, yılmayan, farklı olabilen, cesaret dolu bir kadının öyküsü bir bakıma. Kitabın giriş kısmında hem Murat Belge'nin hem de Funda Soysal'ın yazmış olduğu yazılar Sevgi Sosyal'ı ve Tante Rosa'yı daha iyi anlamamızı sağlıyor. Tante Rosa ve Sevgi Soysal'ı okuduğum bu ilk kitapla sevdim. ben. Yazarın hiçbir kitabını okumadıysanız, kızının da dediği gibi Tante Rosa iyi bir başlangıç olacaktır. Tavsiye ediyorum.

Beğendiğim Alıntılar:

"Bir süre, insan onu tanımış olanların belleğinde yaşamaya devam eder, bütün 'görgü tanıkları' da bu dünyayı terk edene kadar.. Sonra, yazdıklarıyla ve hakkında yazılanlarla yaşar." (s. 9) Murat Belge'nin Önsözünden

"Sevgi Soysal'ın onu hiç tanımamış kızı olarak benim ekleyebileceğim tek şey, yokluğunun nasıl bir kayıp olduğunu ölmeden iki ay önce çekilen ve bu kitabın kapağından size bakan fotoğrafının bile anlatabileceği annemi, kitaplarıyla en çok da Tante Rosa ile tanıyıp sevmiş olduğumdur." (s. 14) Funda Sosyal'ın Yazısından

"Aynı suluboya kır çiçekleri nasıl tekrar tekrar yapılır?.. Nasıl yaşanır tekrar?" (s. 45)

"Bir insan erken gelen yaşlılıklarından sorumludur." (s. 46)

“Bir elmanın bir meyve olduğu, bir babanın baba, bir savaşın savaş olduğu, bir gerçeğin gerçek olduğu, bir yalanın yalan olduğu, bir aşkın aşk olduğu, bir bıkmanın bıkma olduğu, bir başkaldırmanın başkaldırma olduğu, bir sessizliğin bir sessizlik olduğu, bir haksızlığın bir haksızlık olduğu, bir düzenin bir düzen ve bir evliliğin bir evlilik olduğu, olacağı günler gelecekti, inanıyordu Tante Rosa.” (s. 47)

“Sarhoş olunur, ama sokakta sızılmaz, âşık olunur ama sokakta yatılmaz, doyulur ama sokakta sıçılmaz, sokak gelip geçmek içindir...” (s. 59)

"İnsanları sevmemeye başladı mı insan, insan gibi yaşamayı da sevmemeye başlıyor, insan gibi çalışmayı, kazanmayı, yemeyi, içmeyi, sevişmeyi, ölmeyi." (s. 60)

"Her yeni aşka yeni bir aptallıkla başlarsan sonunda orospudan beter olursun. O bile olamazsın; aşkı tadabilmek gibi satabilmek de beceri ister." (s. 65)

"Gülünç bir ihtilalim ben, kötü bir askeri cuntayım." (s. 66)

"Hayat bir denizdir, yüzme bilmeyen boğulur." (s. 66)

"Tek aptallıklardır akılda kalan. Her insanın kendi aptallıkları, durmadan gülebilmesi için yeterli bir kaynaktır." (s. 66)

"Şu ya da bu çemberin içine girmemiş, girememiş bir bireyin gebermekten başka hakkı olmadığını anladı." (s. 71)

“Bir kadının yaşamında, bir Napolyon'la Rusya dönüşü olmalı.” (s. 84)

"Çıplaktık, yürüyorduk, utanmayı öğrenmemizle unutmamız bir olmuştu, çıplaktık, yürüyorduk. Kimin sınava girdiği unutulmuştu, çıplaklık unutturucudur. Biz unutmak için, kaçmak için soyunanlardık, kaçmak için. Oysa hatırlamak için soyunulur, hatırlamak için, yüzyıllardan beri unutulanları hatırlamak için. Neyin olmadığını, neyin olamayacağını hatırlamak için, yeniden başlamaya gücü olmak için, seçim yapmak için, seçim yapabilecek açıklığa kavuşabilmek için. Hayır demek için, evet demek için, başkaldırmak için, yakıp yıkmak için, barış için soyunulur, soyunulur. Tante Rosa daha bir kez olsun bunlar için soyunmadı, bunlar için soyunulabildiğini düşünmedi, görmedi, bilmedi. Tante Rosa bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır." (s. 88)

"Buruşuk yanakları, pörsümüş vücudu, artakalan yaşlılığı, yorgunluğu, faydasızlığı, yalnızlığı bu toprak örtüsüyle gömülmeli, gömülmeli, sonra hop yeniden doğuvermek, yeniden genç, yeni yanlışlıkların başında olmak." (s. 93)

"-Benim ellerim de beyazdı, beneksizdi böyle...
Soruyla baktı yeni Rosa:
-Hangi seçimden,
-Hangi kavgadan,
-Hangi uyanıştan,
-Hangi nefretten,
-Hangi sevgiden,
-Hangi barıştan,
-Hangi savaştan sonra oldu bu?" (s. 96)

9 Ocak 2015 Cuma

Eric Faye - Nagazaki

Yazar: Eric Faye
Kitap: Nagazaki
Orijinal Adı: Nagasaki
Çeviren: Nilda Taşköprü
Yayınevi: Sel Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2014
Sayfa Sayısı: 88
Puanım: ★★★★★★☆☆☆☆

Yaşanmış bir olaydan yola çıkan bu kısa romanda, 58 yaşında yalnız yaşayan Shimura-san'ın başından geçen garip bir olay anlatılıyor. Monoton bir yaşamı olan meteorolojist Shimura-san, Nagazaki banliyösünde bulunan evindeki nesnelerin kaybolduğunu ve yer değiştirdiğini fark ederek, bunun kaynağını bulmak üzere evinin içine bir kamera yerleştiriyor ve gizemli bir gerçekle karşılaşıyor. Bin-Jip (Boş Ev) filmini izlediyseniz eğer, bu kitapta da filmdekine çok benzeyen bir konu işlenmiş. Daha fazla detay vererek kitabın gizemini bozmak istemem, zaten kısacık bir kitap olduğundan saat bile değil dakikalar içinde bitirebilirsiniz bunu.

Ben kapaktaki renk cümbüşüne ve içinde geçen Nagazaki kelimesine vurularak aldım kitabı çünkü Japonya'da geçen ve konusu ya da içeriği Japon kültürüyle ilgili olan olan her türlü sanat eserini seviyorum. Yazarın kendisi Fransız olmasına rağmen, Japon bireyciliğini ve kültürünü gayet güzel anlatmış. Kitapla ilgili sevmediğim tek şey sonunun çok belirsiz ve havada kalması ve herhangi bir olaya bağlanamadan sona ermesi oldu, biraz daha uzun tutulup karşı tarafın cevabı ya da bakış açısı verilebilirmiş. Yine de, yalnızlık kokan bu tadımlık kitap hoş vakit geçirmek adına okunabilir.

Beğendiğim Alıntılar:

"Aynı kökten gelen bambuların, yeryüzünde dikildikleri yerler birbirlerinden ne kadar uzak olursa olsun, aynı tarihte çiçek açıp, aynı tarihte öldükleri söylenir."  -Pascal Quignard (s. 5)

"Başarılı olanları hiçbir zaman sevmemişimdir. Başardıkları için değil ama başarılarının, körleşmiş bir Ben'in oyuncağı haline geldiği için. Ne pahasına olursa olsun Ben diye düşünmek insanın sonudur." (s. 61)

"Gündüz vakti düşüncelerimizden sürgün edilişlerinin öcünü almaya gelen kovulmuşlara geceleyin gizli bir kapı, ansızın açılıverir. Biz onları savdığımızı zannederken, gece sahnemizde yeniden boy göstermek üzere Truva Atı'ndan inip ortalığı birbirine katmak için saatin on ikiyi vurmasını bekliyorlardır." (s. 64)

"Belleğini yitirenlere ne mutlu, çünkü mazi ıstırap vericidir." (s.78)

"Anlamın ortaya çıkışı kendiliğinden olmamıştır. Anlam denilen şey, insanlar tarafından yaralara merhem niyetine icat edilmiş ve anlam arayışı insanları ele geçirmiş, zihinlerini bulandırmış." (s. 84)

8 Ocak 2015 Perşembe

Kennilworthy Whisp - Çağlar Boyu Quidditch

Yazar: Kennilworthy Whisp (J. K. Rowling)
Kitap: Çağlar Boyu Quidditch
Orijinal Adı: Quidditch Through Ages
Çeviren: Seçkin Selvi
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2002
Sayfa Sayısı: 56
Puanım: ★★★★★☆☆☆☆☆

Çağlar Boyu Quidditch, Harry Potter'ın büyülü dünyasını sevenler ve kısa süreliğine de olsa buraya geri dönmek isteyenler için eğlenceli bir dille yazılmış incecik bir kitap. Qudditch sporunun tarihine ilişkin verilmiş ilginç ansiklopedik bilgilerle dolu bu minik kitap, Harry Potter'ın yaratıcısı J. K. Rowling tarafından Kennilworthy Whisp takma adı altında kaleme alınmış. Harry Potter kitaplarının çoğunda ismine rastlanılan yazar, Quidditch konusunda bir uzman ve bu spora aşırı derecede gönül vermiş bir fanatik. Hobileri arasında tavla oynamak, vejetaryen mutfağı ve seçkin süpürge koleksiyonculuğu yapmak geliyor:)

"Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerelerde Bulunurlar?" ile birlikte Harry Potter kitaplarına ek olarak okunabilecek serinin dışındaki yardımcı kitaplardan biri olan Çağlar Boyu Quidditch'i sadece Harry Potter kitaplarını okumuş olanlar okumalı, yoksa ki hiçbir şey anlamayacaklardır. Poturcular da muhteşem bir kitap beklememekle birlikte, eğlenmek için okumalılar.

Franz Kafka - Akbaba

Yazar: Franz Kafka
Kitap: Akbaba
Orijinal Adı: -
Çeviren: Kamuran Şipal
Yayınevi: Dost Kitabevi Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 197
Puanım: ★★★★★★★☆☆☆

Babil Kitaplığı dizisini duymayanınız yoktur sanırım. Buenos Aires'teki Ulusal Kitaplık'ın yöneticisi Jorge Luis Borges'in biraraya getirdiği sevdiği metinlerden oluşan ve hayal gücünün sınırlarını zorlayan bu kitap dizinine, aynı zamanda Borges'in hikayelerinden de birinin adını taşıyan Babil Kitaplığı adı verilmiştir. 

Franz Kafka'nın Akbaba'sı Dost Kitabevi Yayınları'nın Türkçemize kazandırdığı bu değerli dizinin 18. kitabını oluşturuyor. Dizinin her kitabında olduğu gibi yine Jorge Luis Borges'in önsözüyle başlayan kitap, Kafka'yı birebir anlatan harika saptamalarla dolu. Vergilius ve Kafka'nın kitaplarını yakma hevesinden söz eden Borges aslında iki yazarın da bunu içten dilemediğini, tek istediklerinin yapıtlarının kişiye yüklediği sorumluluktan muaf tutulmak olduğunu belirtmiş ve kitaplarının yok edilmesini gerçekten isteyen hiç kimsenin bu işi bir başkasına bırakmayacağını dile getirmiş. Sonrasında Kafka'nın yapıtlarında sık sık kullandığı temalardan bahsetmiş ki bunların hüzün ve erteleme olduğunu söylüyor. Bunların Kafka'yı tükettiğini, mutlu sayfalar kaleme alabilecekken gururunun buna izin vermediğini söylüyor Borges. Gerçekten yerinde tespitler yapmış. Ben bu önsözle birlikte Borges'in kalemini bir kez daha sevdim.

Önsözün ardından başlayan kitabın içerisinde toplam 11 tane hikaye bulunuyor. Hikayelerin isimleri: Akbaba, Bir Açlık Şampiyonu, İlk Acı, Melezleme, Kent Arması, Prometheus, Gündelik Bir Şaşkınlık, Çakallar ve Araplar, On Bir Oğul, Akademi İçin Bir Rapor, Çin Seddi'nin İnşasında. En beğendiğim hikayeler kitaba da ismini veren "Akbaba" ve "Bir Açlık Şampiyonu" oldu. Çeviriyi Kafka kitaplarının tanıdık ismi Kamuran Şipal yapmış. Borges'in Kafka için yazdığı önsöz kısmını, kitaptaki hikayelerden daha çok sevdiğimi belirtmek istiyorum. Hikayeler kesinlikle kötü değil ama kanımca, Kafka'nın yazdığı romanları daha başarılı. Hikayeler, romanlarının yanında sanki biraz sönük kalmış gibime geldi. 

Peki bu kitap okunmalı mıdır? Kesinlikle okumalısınız demiyorum ama Babil Kitaplığı serisi içinde hoş bir kitap ve seriyi tamamlamak adına okunabilir.

Beğendiğim Alıntılar: Aslında önsözün tamamını beğendim, ama hepsini paylaşamayacağım:)

"Kafka yalnızca kabuslar düşleyebiliyor ve gerçekliğin hiç durmamacasına kabus ürettiğini düşünmeden edemiyordu." (s. 10)

"Kafka'nın en tartışmasız becerisi, tahammül edilemez durumlar yaratmaktır." (s. 12)

7 Ocak 2015 Çarşamba

Deux Jours, Une Nuit

Türkçe Adı: İki Gün ve Bir Gece
Ülke: BelçikaFransa, İtalya
Yönetmen:  Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular: Marion Cotillard, Fabrizio Rongione, Catherine Salée
Tür: Dram
Yıl: 2014
Puanım: ★★★★★★★★☆☆

Dardenne kardeşlerin izlediğim bu ilk filmi, "neden filmlerini daha önce hiç izlememişim?" diye kendi kendime hayıflanmama ve filmlerinin hepsini izleme listeme elememe neden oldu. Yavaş ilerlemesine rağmen, izleyiciyi hiç sıkmadan devam eden film, Marion Cotillard'ın başarılı performansıyla göz dolduruyor.  Zaten bu filmle birlikte birçok ödüle aday olmuş ve çoğunu da kazanmış. Filmin kendisinin de Oscar ve Cannes Film Festivali başta olmak üzere birçok festivalde çeşitli dallarda adaylığı bulunuyor. Film, Belçika tarafından 14 Eylül'de "En İyi Yabancı Film" dalında Oscar Ödülü'ne aday gösterilmiş. Listeye girip giremeyeceğini, 15 Ocak'ta açıklanacak olan Oscar adaylıklarıyla birlikte göreceğiz.

Filmin merkezinde, Cotillard'ın canlandırdığı, çalışmakta olduğu iş yerinden kovulma tehlikesi yaşayan, psikolojik bir hastalıktan yeni kalkmış, ruh hali fazlasıyla bozuk, evli ve iki çocuk annesi bir kadın olan Sandra'nın hikayesi anlatılıyor. Hastalığı nedeniyle ara verdiği işine devam etmeyi beklerken, patronunun iş arkadaşlarına yaptığı teklif, kendisini ve ailesini çok zor durumda bırakıyor. Yapılacak bir oylama sonucunda iş arkadaşları ya Sandra'nın işine devam etmesi yönünde oy kullanacaklar ya da patronlarının önerdiği €1000'luk ikramiyeyi kabul edeceklerdir. Kaderi iş arkadaşlarının elinde olan Sandra, oylamadan önceki iki gün ve bir gecelik sürede tek tek bütün iş arkadaşlarının evlerine giderek onlardan işine devam etmesi yönünde oy kullanmalarını isteyecektir.

İki Gün Bir Gece filminde, gelir düzeyi düşük, işçi sınıfı Belçikalı ailelerin hayatlarından bir kesit anlatıldığı gibi, kapitalist düzenin saçma sapan yaptırımları da gözler önüne seriliyor. Okumakta olduğum Paul Lafargue'nin Tembellik Hakkı kitabını filmle fazlasıyla bağdaştırdım. Kitaptaki şu söz, filmdeki karakterlerin durumunu sorgulamama neden oldu:

"Her bireysel ve toplumsal sefalet çalışma tutkusundan kaynaklanmaktadır."

Filmde, Sandra'nın patronu onun yokluğunda kalan 16 iş arkadaşının da rahatlıkla çalışabildiğini savunmakta, iş arkadaşları da her gün fazladan 3 saat mesai yapmaktan ve alacakları ikramiye için sürekli bu şekilde çalışmaktan gocunmamaktalar. Sandra'nın işine devam etmesini isteyenler olduğu gibi, onu alacakları bonus ikramiyenin önündeki engel olarak görenler de bulunmaktadır. Sandra'nın iş arkadaşlarının çoğunun bir taraftan vicdan hesaplaşmaları yaşadığını, bir yandan da ailelerinin ekonomik durumunu düşünmek zorunda kaldıklarını görüyoruz. İşte filmin güzelliği bu iki arada bir derede kalmış karakterleri basit ve gerçekçi hikaye ile yansıtmasında; hem de depresif, kendini ve etrafındakileri değiştirebileceğine inancı olmayan bir kadının tekrar ayağa kalkmasını başarılı bir şekilde anlatmasında yatıyor. Görüştüğü her kişinin Sandra üzerinde yarattığı psikolojik etkileri ve karakterinin değişken halini Marion Cotillard harika bir şekilde ortaya koymuş. İzlenmesi gereken filmlerden.

4 Ocak 2015 Pazar

House of Cards: Tek Kelimeyle: "Muhteşem!"


Ülke: Amerika
Yönetmen: James Foley, Carl Franklin, John David Coles
Oyuncular: Kevin Spacey, Robin Wright, Michael Kelly, Kate Mara, Michael Gill, Mahershala Ali, Kristen Connolly, Corey Stoll
Tür: Dram, Politika
Yayın Yılı: 2013-2015
Bölüm Sayısı: 26
Puanım: ★★★★★★★★★★

Bu diziyi nasıl tanımlayabilirim bilmiyorum. Harika, muhteşem, süper, olağanüstü gibi kelimeler anlatmam için yetersiz kalıyor sanki. Konusunun politika olması nedeniyle birkaç hafta öncesine kadar burun kıvırıp izlemek istemediğim dizinin ilk bölümünü ısrar üzerine izlememle birlikte fikirlerim 360 derecelik bir dönüşüme uğradı ve çok kısa bir süre içerisinde iki sezonun tamamını yedim yuttum. Şimdiyse 25 Şubatta başlayacak olan üçüncü sezonu iple çekmekteyim.

Kevin Spacey ve Robin Wright'in başrollerini paylaşarak bir karı kocayı canlandırdığı politik kurgu türündeki House of Cards, kelimenin tam anlamıyla Beyaz Saray'ın kurtlar sofrasını anlatıyor. Hırslı bir politikacı olan Frank Underwood'un (Kevin Spacey), karısının (Robin Wright) ve çevresindekilerin de yardımıyla adım adım zirveye ulaşmasının hikayesini izliyoruz. "Zafere giden her yol mübahtır" mottosundan yola çıkan Frank Underwood, ihanet, entrika, gizli antlaşmalar, ikili oyunlar, cinayet gibi binbir çeşit yönteme başvurarak etrafındakilerin üzerlerine basa basa yukarılara tırmanıyor. Tam bir lider olan ve insanları yönetmeyi çok iyi bilen Frank Underwood karakterinden öğrenilecek çok şey var aslında. Çoğu zaman Machiavelli'nin Prens kitabında çizdiği hükümdar portesini yansıtıyor Frank, sanki oradan fırlamış acımasız bir prens gibi.

Frank Underwood'un ukala, kurnaz, sabırlı, soğuk, iki yüzlü, ironik ve acımasız karakterini Kevin Spacey harika bir şekilde canlandırmış, zaten kendisine böyle roller çok yakışıyor. Gerek kamerayla bireysel konuşmaları, gerek mimikleri, gerek kurduğu cümleler ve diyalogları o kadar iyi yansıtılmış ve oynanmış ki Kevin Spacey'i ayakta alkışlamamak mümkün değil. Konuşurken cümlelerini not etme ihtiyacı hissettim sık sık. Keza karısı rolündeki Claire Underwood'un da kocasından aşağı kalır yanı yok. Kararlı, güçlü, güzel ve isterse Frank kadar hesaplayıcı ve kurnaz olabilen Claire'i canlandıran Robin Wright bu rolüyle "Drama Dalında En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü kazanarak Golden Globe'u kucakladı. İki karakter de çok çok ilginç, izleyip kendi gözlerinizle görmelisiniz.

House of Cards, Michael Dobbs'un Francis Urquhart adlı kitap üçlemesinden ("House of Cards", "To Play the King", "The Final Cut") uyarlanan bir dizi. Dizinin kitaplara ne kadar sadık kaldığını bilemiyorum -bu arada Türkçeye henüz çevrilmediler- ama dizi öncelikle BBC'de mini bir dizi olarak yer almış, ardından Amerika'da Netflix isimli internet medya sağlayıcısı üzerinden yayınlanmış, yani televizyon üzerinden yayınlanmıyor. Ve işin ilginci dizinin tüm bölümleri bir seferde internete koyularak, izleyicilerin istedikleri zaman izlemelerine olanak tanınmış ve tüm bunlara rağmen büyük başarı getirmiş bir iş çıkmış ortaya. Son olarak internete konulan The Interview filminin getirdiği büyük hasılat ve başarı da düşünüldüğünde, geleceğin reyting savaşlarının internet üzerinden yapılacağını söylemek abes kaçmaz sanırım.

Bu diziyi izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Benim gibi elinizin tersiyle iterseniz çok şey kaçıracağınız, bu güzel oyunculardan ve kurgudan mahrum kalacağınız bir dizi olacak çünkü. "Politaka mı? Çok sıkıcı olur bu." deyip geçmeden sadece birinci bölümün ilk sahnesini izlemenizin, düşüncenizi %100 değiştireceğine eminim. Kısacası, izleyin diyorum.

Beğendiğim Frank Underwood Alıntıları: 

"There are two kinds of pain. The sort of pain that makes you strong, or useless pain. The sort of pain that's only suffering. I have no patience for useless things. Moments like this require someone who will act. Who will do the unpleasant thing, the necassary thing. There, no more pain."

"The nature of promises, Linda, is that they remain immune to changing circumstances."
"If you don't like how the table is set, turn over the table."

"Power is a lot like real estate. It's all about location, location, location. The closer to the source, the higher your property value."

"Forward, that is the battle-cry. Leave ideology to the arm-chair generals, it does me no good."

"I must not lose my resolve. I will march forward even if I have to do so alone."

"It only takes ten seconds to crush a man's ambitions."

"I pray to myself, for myself."

Bu Diziden Ne Öğrendim?

-İnsanları yönetebilirsen, etrafındaki minik dünyanın lideri olabilirsin. Frank Underwood kadar başarılıysan daha iyisini yapıp ülke yönetebilirsin.
-Hitabet sanatı gerçekten önemli bir meziyet.
-Çok klişe olacak ama başarılı olmak için asla vazgeçmemek, kendine inanmak, güvenmek, çalışmak, plan yapmak ve gerektiği yerde bencil davranabilmek gerekiyor.

3 Ocak 2015 Cumartesi

The Missing: Merak Uyandıran Bir Puzzle

Ülke: İngiltere
Yönetmen: Tom Shankland
Oyuncular: James Nesbitt, Frances O'Connor, Tchéky Karyo, Anamaria Marinca
Tür: Dram, Suç, Gizem
Yayın Yılı: 2014-2015
Bölüm Sayısı: 8
Puanım: ★★★★★★★☆☆☆

The Missing toplam 8 bölümden oluşan ve Aralık ayında sezon finalini yapan bir mini dizi. Her bölüm 1 saat civarında sürmekte, yani her bölümü sanki bir film izler gibi seyrediyorsunuz. Merak uyandıran, heyecanınızı sürekli uyanık tutan ve parçaları son bölüme kadar birleşmeyen bir dizi The Missing. Dolayısıyla, suç, dram ve gizem türlerinden hoşlanıyorsunuz diziyi son bölüme kadar merak içinde izleyeceğinize eminim.

James Nesbitt'in canlandırdığı Tony Hughes karakterinin, karısı ve oğlu Oliver (Olly) ile birlikte Fransa'ya tatile gitmesiyle başlayan dizinin ilk bölümünde küçük oğulları Olly kaçırılıyor. Fransa polisinin başlattığı soruşturma sonucunda geniş çaplı bir arama başlatılıyor fakat çocuk bir türlü bulunamıyor. Aradan geçen 8 yılın ardından baba Tony'nin umudunun ve oğlunu arama çabalarının sona ermediğini görüyoruz. Polis soruşturmayı kapamasına karşın, bulduğu ve delil olacağına inandığı bir resimden yola çıkan Tony, tekrar Fransa'ya dönerek bulduğu kanıtı davanın emekli olmuş eski dedektifi Julien Baptiste'e (Tchécky Karyo) götürüyor. Geçmişe ve günümüze gidip gelerek devam eden dizi, yavaş yavaş ortaya konulan bilgi kırıntılarıyla izleyiciyi son bölüme kadar meraklandırmayı başarıyor.

Takıntılı ve vazgeçmeyen baba rolünü oynayan James Nesbitt; acılı fakat hayatına bir şekilde devam etmeyi bilen anne rolündeki Frances O'Connor ve her daim sakinliğini korumayı başaran, soğukkanlı ama bir o kadar da sevilesi topal dedektifi oynayan Tchéky Karyo dizinin yıldızları. Ama bu diziyle tanıdığım Tchéky Karyo bana göre bu dizinin en iyi karakteri, İstanbul doğumlu olduğunu öğrenmem de nedense kendisini daha da sevmeme neden oldu:) Tüm bu karakterlere ek olarak ufak bir rolde daha önce 4 Months, 3 Weeks and 2 Days filmiyle izlediğim Anamaria Marinca'yı da yeniden görmek doğrusu çok hoştu. Diziler ve filmlerde tanıdık simaları görmek her zaman insanı sevindiriyor.

Açılış müziği (Amatorski - Come Home) olsun, kurgu olsun, karakterler olsun kesinlikle iyi yapılmış bir dizi The Missing. Ancak, benim gibi mutlu son bekleyen bir yapınız varsa ya da tatmin edici bir final umut edenlerdenseniz hafif de olsa hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz sonunda. Dedektif Julien Baptiste'in ikinci sezonun teaser trailer'ına söylediği aşağıdaki söz dizinin yaklaşımını ortaya koyan acı gerçeği yüzümüze vuruyor aslında:

"To lose somebody can destroy a person. But to find them again, when so much has passed, that can be worse." (Birini kaybetmek bir insanı yok edebilir. Fakat, bu kadar (zaman) geçmişken/ bu kadar şeyin ardından onu tekrar bulmak daha kötü olabilir.)

Dizinin ikinci sezonun da yayınlanacağının haberini aldım fakat ne zaman başlayacağı henüz belirsiz. İkinci sezon, tamamen farklı bir hikayeyi ekranlara taşıyacak ama umarım dedektif aynı kalır. Bekleyip göreceğiz artık.

2 Ocak 2015 Cuma

Aldous Huxley - Mona Lisa Tebessümü

Yazar: Aldous Huxley
Kitap: Mona Lisa Tebessümü
Orijinal Adı: The Gioconda Smile
Çeviren: Seçkin Selvi
Yayınevi: Sel Yayınları
Basım Yılı: Eylül 2005
Sayfa Sayısı: 73
Puanım: ★★★☆☆☆☆☆☆☆

Benim gibi Huxley'i Cesur Yeni Dünya kitabıyla tanımış ve sevmiş olanlar için Mona Lisa Tebessümü, yazarın tarzının dışında yazılmış ve çok muhtemel hayal kırıklığı yaratacak bir kitap. Jane Austen kitaplarında olduğu gibi bir aşk hikayesini konu alan kitap üç kadının arasındaki erkek karakterin hikayesine odaklanmış.

Bir aşk üçgeninden bahsedilen hikayede, kitabın kahramanı Mr. Hutton'un aşağı tabakadan Doris'e duyduğu aşk ve aile dostları olan Miss Spence'in de Mr. Hutton'a olan platonik bağlılığı ,entrika ve cinayet ekseninde anlatılmış. Kitabın çok akıcı bir anlatımı var, Seçkin Selvi'nin elinin değdiği belli oluyor; ancak hikaye çok klişe ve kısa. Bunu okuyacağınıza gidin bir Hitchcock filmi seyredin, daha çok zevk alacağınızı garanti ederim. Üzgünüm Huxley amca, bu sefer beğenmedim kitabını.

Beğendiğim Alıntılar:

"İki kadın, Leonardo Da Vinci'nin 'Mona Lisa' tablosunun önünde durmuşlar, konuşuyorlarmış. Tombul olanı "Bu resmin nesini beğeniyorlar, hiç anlamıyorum!" demiş. Sıskası da "Çok haklısın, kardeşim," diye karşılık vermiş. "Neden bu kadar şişirirler bu resmi, anlamak mümkün değil!" Kadınların konuşmalarını duyan müze görevlisi yanlarına yaklaşmış, "Hanımlar," demiş, "Mona Lisa zamana karşı sınavını verdi, yılların sınavından geçti. Şu an o değil, siz sınanıyorsunuz aslında!" (s. 5)

"Şefkat, ne çürük karaciğeri iyileştirebilir ne de güçsüz kalbi." (s. 28)

Bu Kitaptan Ne Öğrendim?

-Mona Lisa tablosunun özgün adının La Gioconda olduğunu.
-Gambit kelimesinin satrançta daha iyi bir konuma gelebilmek için bir taşı feda etmek anlamına geldiğini.
-Hedonizm: Hazcılık; yaşamın temel amacının haz duymak olduğunu savunan görüş.

1 Ocak 2015 Perşembe

Sait Faik Abasıyanık - Semaver


Yazar: Sait Faik Abasıyanık
Kitap: Semaver
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: Temmuz 2013
Sayfa Sayısı: 138
Puanım: ★★★★★☆☆☆☆☆

Semaver, Sait Faik'in kısa hikayelerinden oluşan, yazarın yayınlanmış ilk kitabı. Kitaptaki Semaver öyküsünü lise yıllarında okuduğumuzu hatırlıyorum, yıllar sonra yazarın hiçbir eserini okumadığı fark ederek, en azından bir kitabını okumak istedim. Hikayeciliğindeki değişimi görmem açısından ilk kitabından başlamam gerektiği söylendiğinden Semaver kitabını aldım öncelikle. Hikayeleri çok beğenmedim ama sanırım Sait Faik Abasıyanık'ı anlamak için biraz da Türk hikayeciliğindeki yerine ve hayat hikayesine göz atmak gerekiyor. Haldun Taner'in kitabın sonunda yazarı anlattığı bölüm bu bakımdan çok iyi düşünülmüş. 

Yazar kendinden önceki hikayeciler gibi belirli bir konuyu işlemek yerine günlük hayattan bir kesiti basit ve samimi bir dille ve herhangi bir edebi anlayışa kalmadan anlatıyor çoğu zaman, bu açıdan bakıldığında öncüllerinden farklı olarak Türk edebiyatına yeni ve çağdaş bir yorum getiriyor. 
Hayatımızın her köşesinde görebileceğimiz sıradan insanların hikayeleri var Semaver'de. İnsan sevgisi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi gibi konular bazen bir balıkçı, bazen de bir garsonun bakış açısından işleniyor. Basit hikayeler, eski kelimeler ve sade bir dil kullanılmış bu kitapta. Dediğim gibi hikayeleri okurken sıkıldım ama hikaye anlatıcılığındaki değişimi gözlemlemek istiyorsanız Semaver kitabıyla başlamalısınız Sait Faik'i okumaya.

Bu arada, İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan tüm kitapların arkasında Ara Güler'in çektiği bir fotoğraf var ki, bu fotoğrafta yazar sanki film karesinden fırlamış bir aktör gibi görünüyor. Aşık olunası bir yazar, harika bir fotoğraf. O karede, o gemide Sait Faik Abasıyanık ve köpeğiyle birlikte olmak isterdim kesinlikle. Sadece bu fotoğraf, yazarı sevmeme ve hayat hikayesini merak etmeme neden oldu. Sait Faik hikayelerine devam diyorum.

Neil Gaiman - Odd ve Ayaz Devleri

Yazar: Neil Gaiman
Kitap: Odd ve Ayaz Devleri
Orijinal Adı: Odd and the Forest Giants
Çeviren: Emine Ayhan
Yayınevi: İthaki Yayınları
Basım Yılı: Ocak 2013
Sayfa Sayısı: 104
Puanım: ★★★★★☆☆☆☆☆

Neil Gaiman'ın Türkçeye çevrilmiş kitaplarının neredeyse hepsini bitirdim, severek okuduğum bir yazar kendisi. Sonra çocuklar için yazılmış bu minik kitabı gördüm ve satın aldım. Fakat, doğruyu söylemek gerekirse hayal kırıklığına uğradım.

Hani çocuklar için yazılmış bazı kitaplar vardır, yaşınız kaç olursa olsun her dönemde beğenerek okursunuz bu kitapları. Mesela Alice Harikalar Diyarında, Oz Büyücüsü, Pinokyo, Andersen Masalları, vb. Odd ve Ayaz Devleri ne yazık ki bu kategoriye girmeyen bir kitap. Çocuk kitaplarını çok sevmeme karşın bu kitabı sıkılarak okudum. Bu durum, belki de yazarın yer verdiği İskandinav mitolojisi ve tanrılarının kitaplara ve filmlere gereğinden çok malzeme yapılmış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Nors mitolojisinin o tanıdık evreni Asgard ve yine o alemdeki tanıdık isimler Thor ve Loki bu kitapta Odd'un macerasına eşlik ediyorlar.

Odd'un aile hikayesi biraz da Stephen King'in Anahtar Deliğinden Esen Rüzgar kitabında geçen hikayeyi hatırlattı bana. Odd ve Ayaz Devleri çocuğunuz için belki iyi bir seçim olabilir, ama yaşınız ilerlemiş ve Nors mitolojisiyle ilgili çok fazla film izleyip kitap okuduysanız sıkılmanız olasıdır.

Aslı Erdoğan - Kırmızı Pelerinli Kent

Yazar: Aslı Erdoğan
Kitap: Kırmızı Pelerinli Kent
Yayınevi: Everest Yayınları
Basım Yılı: Eylül 2012
Sayfa Sayısı: 144
Puanım: ★★★★★★☆☆☆☆

2015'in ilk gününden herkese merhaba:) Eski bir yılı geride bırakarak hayallerimizin, yapılacaklar listemizin ve dileklerimizin dolu dolu olduğu yeni bir yıla adım atmış bulunuyoruz. Umarım herkesin dileklerinin gerçekleşeceği sağlık, huzur, mutluluk ve başarı dolu bir sene olur 2015 yılı dedikten sonra eski seneden bir kitap yorumumla devam ediyorum.

Yine önceki şenlikten okuduğum bir kitap. Aslı Erdoğan'ın okuduğum ilk kitabı, kitapçımın tavsiyesi üzerine sırf şenlikte okumak için almıştım bu kitabı. Zaten ilk bakışta kapak tasarımları birbirinden farklı renkleriyle göz dolduruyor, kitabın içi de bir o kadar şaşırttı beni.  Türk yazarların Türkiye'yi anlatmalarına alışmışız hep, Aslı Erdoğan ise gitmiş Brezilya'nın Rio de Janeiro şehrini anlatmış kitabında, hem de sanki o şehrin her bir karesini biliyormuşçasına fazlasıyla iyi anlatmış. Kitabı bitirdikten sonra yazarın biyografisine baktığımda gördüm ki gerçekten de Brezilya'da yaşamış yazar, yoksa o şehri böylesine iyi bir anlatımla anlatamazdı diye düşünüyorum. Fazlasıyla kasvetli olan kitapta, Rio'nun karanlık yüzünü karakteri Özgür'ün ağzından anlatıyor Aslı Erdoğan. Yani tahmin edilenin aksine televizyondaki gezi programlarında gördüğümüz o renkli, cıvıl cıvıl ve hareketli Rio yok bu kitapta. Tam tersine karanlık, yoksulluğun ve kötülüğün kol gezdiği, arka sokaklarında tekinsiz insanların dolaştığı bir Rio ile karşı karşıyayız.

Kesinlikle özgün ve akıcı bir dili var yazarın ama kitabın konusunu beğenemedim. İnsanı Rio'dan soğutan, yalnızlık kokan ve şehrin varoşlarını anlatan iç karartıcı bir kitap bu, bu nedenle aynı şekilde depresif bir zamanınızda okumanız belki de daha iyi olacaktır.